23 Kasım 2013 Cumartesi

Halk ve yönetici

                Herkese iyi günler.

                Bu yazının konusu her ideolojinin mutlak suretle kendi bakış açısıyla çözümleme getirdiği, kitleleri hedef alanların bir derece riyakar,iyi niyetli olup ortayol bulmaya çalışanların ise barışçıl ve daha az gerçekçi olarak açıklamaya çalıştığı halk kavramı ve yönetici sınıf olacaktır. Naçizane dağınık fikirlerimi bir yazı çatısı altında toplayıp kendi içimde uzlaşamadığım konuları ise burda tartışmaya çalışacağım.

                Halk dediğimiz kavram, daha dar düşünecek olursak Türk halkı; ömürlerinde genellikle birgün yönetici olma ihtimalini düşünmez. Bu iki bin yıllık Türk tarihinin sürekli belli bir yönetici sınıf tarafından yönetilmesi ve yönetilenin, halk olarak asla devlet yönetimi gibi bir sorumluluk hissetmemelerinden kaynaklanır. Cumhuriyet yönetim biçiminde devletin her bireyinin bu sorumluluğu duyması gerekir ancak -bilinen- iki bin yıllık süreç içinde seksen yıllık cumhuriyet devri henüz taze ve genç  kalıyor, dolayısıyla da bu sorumluluk bilinci oturmuyor.

                Burdan hareketle cumhuriyetin yöneten-yönetilen sınıf arasındaki çizgiyi belirsizleştirdiğini görmezden gelirsek eğer; bahsimize devletin hala yöneten ve yönetilen olarak iki sınıftan oluştuğu varsayımıyla devam edebiliriz. Birinci olarak girişte bahsettiğim meseleye ideolojik olarak riyakar bakan anlayışlar halka haddinden fazla olarak bilinç ve akıl atfeder. Halk derken burada bireysel olarak insanlar değil bütünün toplam olarak ele alınması gerekiyor. Halk evet belli derecede bilince ve akla sahiptir ancak bu belli derece ancak kırmızı çizgilerden ibarettir. Kırmızı çizgilere dokunulmadığı müddetçe yöneten sınıf çeşitli kanallarla halkı keyfi şekilde yönetebilir. Hatta bu kırmızı çizgiler o derecede geniş çerçevedir ki sınır değişiklikleri ve rejim değişiklikleri dahil olmak üzere en uç nokta diyebileceğimiz durumlarda bile halk etkinlik gösteremeyip yönetilmeye devam eder. Son dönemde Türkiye düşmanı olduğu tartışılmaz derecede bariz olan "Türkiyeye bir kedi bile vermem" diyen barzaniye başbakanın devlet töreni yapıp ağırlaması ve hakkında "değerli kardeşim" gibi yüceltici ifadeler kullanmasına halkın tepkisiz bıraktırılması (medya kanalı yoluyla) buna örnektir.  Üstelik günümüzde halkı ikna etme kanalları o derece geniş boyuttadır ki sosyoloji biliminden faydalanarak insanlar yöneten sınıfa "hatasıyla-günahıyla kabulümüzdür" demek suretiyle takım tutar gibi bağlanabilirler.

                Demek ki yönetim yani hükümet bazında halkın etkisine güdülebilecek seviyede az diyebiliriz. Hatta ve hatta kendini hiçbir zaman yönetim sorumluluğu altında hissetmemiş bir halk bilincinin yönetimde etkisinin de az olmasını isteriz. Peki o zaman şu an ülkemizde moda olmuş olan "halktan gelen başbakan", "kasımpaşa çocuğu" gibi tabirler yöneten sınıfı yüceltir mi yoksa gözden mi düşürür? Yöneten sınıfın yani hükümetin, bir insan grubu olarak hükümdarın halktan gelmesi mi gerekir; yoksa yönettiği halktan her anlamda üstün olması mı? Ancak burada şu noktayı karıştırmamak gerek. Yönettiği halkı tanıyıp bilmekle yönettiği halktan gelmek farklı şeylerdir. Yöneticinin her vasıfta yönetilenden üstün olması zaten aynı zamanda yönetileni iyi tanımasını da gerektirir.

                Çağımızın yönetim biçimiyle her vasıfta halkan üstün olan ve halktan gelmeyen yani menşei halk olmayan bir hükümdar kadronun nasıl oluşabileceği sorununa çözüm benim fakir fikriyatımda mevcut değil. Ancak bu olması gereken dediğimiz üstün vasıflı hükümdar kadrosunu örneklemek gerekirse en güzel ve kapsamlı misali yine kendi devletimizde buluyoruz. Türk çağı olarak adlandırılan 16. asrın neden Türk çağı olduğunun cevabı tabi ki açık bir şekilde Osmanlı'nın en parlak dönemi olduğu içindir. Ancak neden 16. asır Osmanlı'nın en parlak devriydi? Bu sorunun birçok cevabı var elbet ancak yazımızla bağdaşan ve diğer cevaplara bir çatı mahiyetinde olan bizim ele alacağımız cevap yönetici kadromuzun sağlamlığı ve bakımdan her cihetten üstünlüğüdür.

                Çünkü halk kendi kendini yönetmez ve asla yönetemez. Tıpkı Rousseau'nun dediği gibi halk her zaman kendisi için en iyisini ister ancak her zaman kendisi için en iyisini bilip de göremez. Bunun için halka bir rehber gereklidir. İşte bu da devletin ortaya çıkmasının sebebi olan yönetici kadroya yani her bakımdan üstün kadroya ihtiyaçtır. Halk her zaman aynı halktır. Kendi kültürel evrimi içerisinde varlığını sürdürür ancak devletleri güçlü veya zayıf yapan politikalar ve onların yapıcıları olan yöneticilerdir. Buyrun tezimizi kanıtlamak için varlığımızın en güçlü dönemi olan 16. asrın yönetici kadrosuna bir göz gezdirelim:

                Hükümdar tek bir kişi değil bir kişiler grubudur. İnsan fıtratının gereği olarak her oluşumun bir lideri olacağı için yönetici kadromuzun hükümdarımızın lideri: Kanuni Sultan Süleyman

                Devlet adamı ve komutanlar: Makbul İbrahim Paşa, Sokullu Mehmet Paşa, Balkan faitihi Bali Paşa, Yemen fatihi Özdemir Paşa, Kafkas fatihi Özdemiroğlu Osman Paşa, Moskova fatihi Devlet Giray, Kıbrıs fatihi Lala Mustafa Paşa

                Amiraller: Barbaros Hayrettin Paşa, Turgut Paşa, Seydi Ali Reis, Aydın Reis, Piyale Paşa, Selman Reis, Murad Reis, Hadım Süleyman Paşa

                Şairler: Fuzuli, Baki, Nevi, Taşlıcalı Yahya, Hayali, Zati, Aşık Çelebi, Bağdatlı Ruhi...

                Mimar-Musiki: Mimar Sinan, Behram Ağa

                Hat ve resim: Ahmet Karahisari, Matrakçı Nasuh, Haydar Reis

                İlim adamları: Zenbilli Ali Efendi, Ebussuud Efendi

                Fikir adamları: Kemalpaşazade, Taşköprülüzade

                Tarihçiler: Gelibolulu Mustafa Ali, Selaniki, Hoca Sadeddin Efendi
               
                Coğrafyacılar: Piri Reis, Seydi Ali Reis

               

                Herbiri tek başlarına ışık saçan yıldızlar gibi olan bu isimler bir devri birleşerek Türk asrı haline getirmiştir. Buna Batı veya Uzak Doğu medeniyetlerinden de örnekler verilebilir ancak isimlerin tanıdık olması ve tarihin nispeten daha iyi bilinmesi sebebiyle 16. Asırı örnek vermekte bir sakınca görmüyorum.

                Yöneten ve yönetilen ayrımında çizginin belirginsizleşmesi meselesinde tespit edilen bir diğer aksaklık ise bu yöneten-halk kavramlarından yöneten sınıfının soyut kavram muhtevasından sıyrılıp insan kimliğine bürünmesi ve doğal olarak insanın ömrü süresinde ömrü olmasıdır. Daha açık olmak gerekirse sürekli halktan gelen menşei halk olan yöneticilerde halef ve selef kavramlarının olmaması ve devlet politikasının o anki yöneticinin dünya görüşüyle sınırlı kalması sorunudur. O anki yöneticinin devlete katacakları kendi ömrüyle sınırlı olacağından ve bir sonraki gelecek olan yönetici grubunun kendi politikasını devam ettireceği şüpheli (ve hatta çoğu kez devam ettirmeyeceği net) olduğundan yapabileceklerinin ve yapmak istediklerinin tamamını kendi iktidarı süresinde yapmaya kalkışır.

                Bu da uzun sürede yerleşecek olan eğitim gibi sosyal politikaların asla uygulanamamasına sebebiyet verir. İktidar sahipleri devleti kendileriyle bir görür ve haleflerine güvenemediklerinden kısa süreye sığamayacak kadar büyük projelere girişirler. Kısa süreye sığacak olan projeler ise devlette atılım derecesine ilerlemeye olanak sağlamaz.

                Anlatmaya çalıştıklarım şu an ülkede fikrimce yanlış anlaşılan halk ve yönetici kavramlarıydı. Yönetici halktan mı gelmeli mi sorusuna cevap bulmaya çalışmaktı. Ayrıca halkın devamlılığı sabit olup yöneticinin devamlılığı konusunda yaşadığımız aksaklıkları tespite etmeye çalışmaktı.