Herkese
iyi günler.
Bu
yazının konusu her ideolojinin mutlak suretle kendi bakış açısıyla çözümleme
getirdiği, kitleleri hedef alanların bir derece riyakar,iyi niyetli olup
ortayol bulmaya çalışanların ise barışçıl ve daha az gerçekçi olarak açıklamaya
çalıştığı halk kavramı ve yönetici sınıf olacaktır. Naçizane dağınık
fikirlerimi bir yazı çatısı altında toplayıp kendi içimde uzlaşamadığım
konuları ise burda tartışmaya çalışacağım.
Halk
dediğimiz kavram, daha dar düşünecek olursak Türk halkı; ömürlerinde genellikle
birgün yönetici olma ihtimalini düşünmez. Bu iki bin yıllık Türk tarihinin
sürekli belli bir yönetici sınıf tarafından yönetilmesi ve yönetilenin, halk
olarak asla devlet yönetimi gibi bir sorumluluk hissetmemelerinden kaynaklanır.
Cumhuriyet yönetim biçiminde devletin her bireyinin bu sorumluluğu duyması
gerekir ancak -bilinen- iki bin yıllık süreç içinde seksen yıllık cumhuriyet
devri henüz taze ve genç kalıyor,
dolayısıyla da bu sorumluluk bilinci oturmuyor.
Burdan
hareketle cumhuriyetin yöneten-yönetilen sınıf arasındaki çizgiyi
belirsizleştirdiğini görmezden gelirsek eğer; bahsimize devletin hala yöneten
ve yönetilen olarak iki sınıftan oluştuğu varsayımıyla devam edebiliriz.
Birinci olarak girişte bahsettiğim meseleye ideolojik olarak riyakar bakan
anlayışlar halka haddinden fazla olarak bilinç ve akıl atfeder. Halk derken
burada bireysel olarak insanlar değil bütünün toplam olarak ele alınması
gerekiyor. Halk evet belli derecede bilince ve akla sahiptir ancak bu belli
derece ancak kırmızı çizgilerden ibarettir. Kırmızı çizgilere dokunulmadığı
müddetçe yöneten sınıf çeşitli kanallarla halkı keyfi şekilde yönetebilir.
Hatta bu kırmızı çizgiler o derecede geniş çerçevedir ki sınır değişiklikleri
ve rejim değişiklikleri dahil olmak üzere en uç nokta diyebileceğimiz
durumlarda bile halk etkinlik gösteremeyip yönetilmeye devam eder. Son dönemde
Türkiye düşmanı olduğu tartışılmaz derecede bariz olan "Türkiyeye bir kedi
bile vermem" diyen barzaniye başbakanın devlet töreni yapıp ağırlaması ve
hakkında "değerli kardeşim" gibi yüceltici ifadeler kullanmasına
halkın tepkisiz bıraktırılması (medya kanalı yoluyla) buna örnektir. Üstelik günümüzde halkı ikna etme kanalları o
derece geniş boyuttadır ki sosyoloji biliminden faydalanarak insanlar yöneten
sınıfa "hatasıyla-günahıyla kabulümüzdür" demek suretiyle takım tutar
gibi bağlanabilirler.
Demek ki
yönetim yani hükümet bazında halkın etkisine güdülebilecek seviyede az
diyebiliriz. Hatta ve hatta kendini hiçbir zaman yönetim sorumluluğu altında
hissetmemiş bir halk bilincinin yönetimde etkisinin de az olmasını isteriz.
Peki o zaman şu an ülkemizde moda olmuş olan "halktan gelen başbakan",
"kasımpaşa çocuğu" gibi tabirler yöneten sınıfı yüceltir mi yoksa
gözden mi düşürür? Yöneten sınıfın yani hükümetin, bir insan grubu olarak
hükümdarın halktan gelmesi mi gerekir; yoksa yönettiği halktan her anlamda
üstün olması mı? Ancak burada şu noktayı karıştırmamak gerek. Yönettiği halkı
tanıyıp bilmekle yönettiği halktan gelmek farklı şeylerdir. Yöneticinin her
vasıfta yönetilenden üstün olması zaten aynı zamanda yönetileni iyi tanımasını
da gerektirir.
Çağımızın
yönetim biçimiyle her vasıfta halkan üstün olan ve halktan gelmeyen yani menşei
halk olmayan bir hükümdar kadronun nasıl oluşabileceği sorununa çözüm benim
fakir fikriyatımda mevcut değil. Ancak bu olması gereken dediğimiz üstün
vasıflı hükümdar kadrosunu örneklemek gerekirse en güzel ve kapsamlı misali
yine kendi devletimizde buluyoruz. Türk çağı olarak adlandırılan 16. asrın
neden Türk çağı olduğunun cevabı tabi ki açık bir şekilde Osmanlı'nın en parlak
dönemi olduğu içindir. Ancak neden 16. asır Osmanlı'nın en parlak devriydi? Bu
sorunun birçok cevabı var elbet ancak yazımızla bağdaşan ve diğer cevaplara bir
çatı mahiyetinde olan bizim ele alacağımız cevap yönetici kadromuzun sağlamlığı
ve bakımdan her cihetten üstünlüğüdür.
Çünkü
halk kendi kendini yönetmez ve asla yönetemez. Tıpkı Rousseau'nun dediği gibi
halk her zaman kendisi için en iyisini ister ancak her zaman kendisi için en
iyisini bilip de göremez. Bunun için halka bir rehber gereklidir. İşte bu da
devletin ortaya çıkmasının sebebi olan yönetici kadroya yani her bakımdan üstün
kadroya ihtiyaçtır. Halk her zaman aynı halktır. Kendi kültürel evrimi
içerisinde varlığını sürdürür ancak devletleri güçlü veya zayıf yapan
politikalar ve onların yapıcıları olan yöneticilerdir. Buyrun tezimizi
kanıtlamak için varlığımızın en güçlü dönemi olan 16. asrın yönetici kadrosuna
bir göz gezdirelim:
Hükümdar
tek bir kişi değil bir kişiler grubudur. İnsan fıtratının gereği olarak her
oluşumun bir lideri olacağı için yönetici kadromuzun hükümdarımızın lideri:
Kanuni Sultan Süleyman
Devlet
adamı ve komutanlar: Makbul İbrahim Paşa, Sokullu Mehmet Paşa, Balkan faitihi
Bali Paşa, Yemen fatihi Özdemir Paşa, Kafkas fatihi Özdemiroğlu Osman Paşa,
Moskova fatihi Devlet Giray, Kıbrıs fatihi Lala Mustafa Paşa
Amiraller:
Barbaros Hayrettin Paşa, Turgut Paşa, Seydi Ali Reis, Aydın Reis, Piyale Paşa,
Selman Reis, Murad Reis, Hadım Süleyman Paşa
Şairler:
Fuzuli, Baki, Nevi, Taşlıcalı Yahya, Hayali, Zati, Aşık Çelebi, Bağdatlı
Ruhi...
Mimar-Musiki:
Mimar Sinan, Behram Ağa
Hat ve
resim: Ahmet Karahisari, Matrakçı Nasuh, Haydar Reis
İlim
adamları: Zenbilli Ali Efendi, Ebussuud Efendi
Fikir
adamları: Kemalpaşazade, Taşköprülüzade
Tarihçiler:
Gelibolulu Mustafa Ali, Selaniki, Hoca Sadeddin Efendi
Coğrafyacılar:
Piri Reis, Seydi Ali Reis
Herbiri
tek başlarına ışık saçan yıldızlar gibi olan bu isimler bir devri birleşerek Türk
asrı haline getirmiştir. Buna Batı veya Uzak Doğu medeniyetlerinden de örnekler
verilebilir ancak isimlerin tanıdık olması ve tarihin nispeten daha iyi
bilinmesi sebebiyle 16. Asırı örnek vermekte bir sakınca görmüyorum.
Yöneten
ve yönetilen ayrımında çizginin belirginsizleşmesi meselesinde tespit edilen
bir diğer aksaklık ise bu yöneten-halk kavramlarından yöneten sınıfının soyut
kavram muhtevasından sıyrılıp insan kimliğine bürünmesi ve doğal olarak insanın
ömrü süresinde ömrü olmasıdır. Daha açık olmak gerekirse sürekli halktan gelen
menşei halk olan yöneticilerde halef ve selef kavramlarının olmaması ve devlet
politikasının o anki yöneticinin dünya görüşüyle sınırlı kalması sorunudur. O
anki yöneticinin devlete katacakları kendi ömrüyle sınırlı olacağından ve bir
sonraki gelecek olan yönetici grubunun kendi politikasını devam ettireceği
şüpheli (ve hatta çoğu kez devam ettirmeyeceği net) olduğundan
yapabileceklerinin ve yapmak istediklerinin tamamını kendi iktidarı süresinde
yapmaya kalkışır.
Bu da
uzun sürede yerleşecek olan eğitim gibi sosyal politikaların asla
uygulanamamasına sebebiyet verir. İktidar sahipleri devleti kendileriyle bir
görür ve haleflerine güvenemediklerinden kısa süreye sığamayacak kadar büyük
projelere girişirler. Kısa süreye sığacak olan projeler ise devlette atılım
derecesine ilerlemeye olanak sağlamaz.
Anlatmaya
çalıştıklarım şu an ülkede fikrimce yanlış anlaşılan halk ve yönetici
kavramlarıydı. Yönetici halktan mı gelmeli mi sorusuna cevap bulmaya
çalışmaktı. Ayrıca halkın devamlılığı sabit olup yöneticinin devamlılığı
konusunda yaşadığımız aksaklıkları tespite etmeye çalışmaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder