22 Aralık 2013 Pazar

Ölüm, Sokrates ve Kader

                "...Ölüm cezasına çarptırıldıklarında -sizler onları idama mahkum etmeseniz ölümsüz kalacaklarmış gibi- başlarına feci bir şey geleceğini zannederek çok tuhaf davranırlar..."

                Sokrates savunmasında yargıçlara neden cezasının geri alınması için yalvarmadığını anlatırken yalvaranları yukarıdaki cümle ile küçümsüyor. Kaderden bahsediyor değil mi aslında biraz. Bizim anlamakta zorlandığımız; güçsüzlüğümüzü yüzümüze vurduğu için kabullenmekte zorlandığımız kaderi güzel açıklamıyor mu sizce.

                Hayat dediğimiz şey insanların başlarına gelen olaylar dizisinden başka bir şey değil. Bu olay ve durumların bir kısmı ise herkesin başına gelecek ortak durumlar. Misal herkesin bir annesi var.  Herkes nefes alıp veriyor. Yani bunlardan kaçış yok. Annesi olmayan kimse yok. Yani aslında dünyadaki bütün insanların annesinin olması dünyadaki bütün insanların kaderi. Ne olursa olsun kimse bu durumu değiştiremez. Ya da dünyadaki herkes bütün insanlar ölecek. Milyarlarca insan geldi dünyaya, hepsi yaşadı ve hepsi öldü. Bütün insanlığın kaderi ölümdür. Hiçbir şekilde değişmeyecek bir kader.

                Anlamadığımızı iddia ettiğimiz kader, hani "nasıl olurda benim bütün yaşayacaklarım önceden belli olur bak ben kendi isteğimle bu cümleleri söylüyorum" dediğimiz kader işte bundan ibaret. Ne yaparsan yap başına gelmesini engelleyemeyeceğin olaylar ve durumlar dizisidir kader. Kimisi ölüm gibi ortaktır bütün insanlığın başına bir gün gelecektir, kimiside sana özeldir ve sadece senin başına gelir. Nasıl ve ne zaman olacağını sadece "yüksek aklın" bildiği ama müdahale etmediği olaylar ve durumlar dizisi.


                Aslında ne kadar basit duruyor değil mi Sokratesin tespiti. Sokrates aslında idam kararını kabullenemeyen mahkumları küçümsüyor gibi. Ya da belki kaderi anlamak istemeyi reddedenleri.

23 Kasım 2013 Cumartesi

Halk ve yönetici

                Herkese iyi günler.

                Bu yazının konusu her ideolojinin mutlak suretle kendi bakış açısıyla çözümleme getirdiği, kitleleri hedef alanların bir derece riyakar,iyi niyetli olup ortayol bulmaya çalışanların ise barışçıl ve daha az gerçekçi olarak açıklamaya çalıştığı halk kavramı ve yönetici sınıf olacaktır. Naçizane dağınık fikirlerimi bir yazı çatısı altında toplayıp kendi içimde uzlaşamadığım konuları ise burda tartışmaya çalışacağım.

                Halk dediğimiz kavram, daha dar düşünecek olursak Türk halkı; ömürlerinde genellikle birgün yönetici olma ihtimalini düşünmez. Bu iki bin yıllık Türk tarihinin sürekli belli bir yönetici sınıf tarafından yönetilmesi ve yönetilenin, halk olarak asla devlet yönetimi gibi bir sorumluluk hissetmemelerinden kaynaklanır. Cumhuriyet yönetim biçiminde devletin her bireyinin bu sorumluluğu duyması gerekir ancak -bilinen- iki bin yıllık süreç içinde seksen yıllık cumhuriyet devri henüz taze ve genç  kalıyor, dolayısıyla da bu sorumluluk bilinci oturmuyor.

                Burdan hareketle cumhuriyetin yöneten-yönetilen sınıf arasındaki çizgiyi belirsizleştirdiğini görmezden gelirsek eğer; bahsimize devletin hala yöneten ve yönetilen olarak iki sınıftan oluştuğu varsayımıyla devam edebiliriz. Birinci olarak girişte bahsettiğim meseleye ideolojik olarak riyakar bakan anlayışlar halka haddinden fazla olarak bilinç ve akıl atfeder. Halk derken burada bireysel olarak insanlar değil bütünün toplam olarak ele alınması gerekiyor. Halk evet belli derecede bilince ve akla sahiptir ancak bu belli derece ancak kırmızı çizgilerden ibarettir. Kırmızı çizgilere dokunulmadığı müddetçe yöneten sınıf çeşitli kanallarla halkı keyfi şekilde yönetebilir. Hatta bu kırmızı çizgiler o derecede geniş çerçevedir ki sınır değişiklikleri ve rejim değişiklikleri dahil olmak üzere en uç nokta diyebileceğimiz durumlarda bile halk etkinlik gösteremeyip yönetilmeye devam eder. Son dönemde Türkiye düşmanı olduğu tartışılmaz derecede bariz olan "Türkiyeye bir kedi bile vermem" diyen barzaniye başbakanın devlet töreni yapıp ağırlaması ve hakkında "değerli kardeşim" gibi yüceltici ifadeler kullanmasına halkın tepkisiz bıraktırılması (medya kanalı yoluyla) buna örnektir.  Üstelik günümüzde halkı ikna etme kanalları o derece geniş boyuttadır ki sosyoloji biliminden faydalanarak insanlar yöneten sınıfa "hatasıyla-günahıyla kabulümüzdür" demek suretiyle takım tutar gibi bağlanabilirler.

                Demek ki yönetim yani hükümet bazında halkın etkisine güdülebilecek seviyede az diyebiliriz. Hatta ve hatta kendini hiçbir zaman yönetim sorumluluğu altında hissetmemiş bir halk bilincinin yönetimde etkisinin de az olmasını isteriz. Peki o zaman şu an ülkemizde moda olmuş olan "halktan gelen başbakan", "kasımpaşa çocuğu" gibi tabirler yöneten sınıfı yüceltir mi yoksa gözden mi düşürür? Yöneten sınıfın yani hükümetin, bir insan grubu olarak hükümdarın halktan gelmesi mi gerekir; yoksa yönettiği halktan her anlamda üstün olması mı? Ancak burada şu noktayı karıştırmamak gerek. Yönettiği halkı tanıyıp bilmekle yönettiği halktan gelmek farklı şeylerdir. Yöneticinin her vasıfta yönetilenden üstün olması zaten aynı zamanda yönetileni iyi tanımasını da gerektirir.

                Çağımızın yönetim biçimiyle her vasıfta halkan üstün olan ve halktan gelmeyen yani menşei halk olmayan bir hükümdar kadronun nasıl oluşabileceği sorununa çözüm benim fakir fikriyatımda mevcut değil. Ancak bu olması gereken dediğimiz üstün vasıflı hükümdar kadrosunu örneklemek gerekirse en güzel ve kapsamlı misali yine kendi devletimizde buluyoruz. Türk çağı olarak adlandırılan 16. asrın neden Türk çağı olduğunun cevabı tabi ki açık bir şekilde Osmanlı'nın en parlak dönemi olduğu içindir. Ancak neden 16. asır Osmanlı'nın en parlak devriydi? Bu sorunun birçok cevabı var elbet ancak yazımızla bağdaşan ve diğer cevaplara bir çatı mahiyetinde olan bizim ele alacağımız cevap yönetici kadromuzun sağlamlığı ve bakımdan her cihetten üstünlüğüdür.

                Çünkü halk kendi kendini yönetmez ve asla yönetemez. Tıpkı Rousseau'nun dediği gibi halk her zaman kendisi için en iyisini ister ancak her zaman kendisi için en iyisini bilip de göremez. Bunun için halka bir rehber gereklidir. İşte bu da devletin ortaya çıkmasının sebebi olan yönetici kadroya yani her bakımdan üstün kadroya ihtiyaçtır. Halk her zaman aynı halktır. Kendi kültürel evrimi içerisinde varlığını sürdürür ancak devletleri güçlü veya zayıf yapan politikalar ve onların yapıcıları olan yöneticilerdir. Buyrun tezimizi kanıtlamak için varlığımızın en güçlü dönemi olan 16. asrın yönetici kadrosuna bir göz gezdirelim:

                Hükümdar tek bir kişi değil bir kişiler grubudur. İnsan fıtratının gereği olarak her oluşumun bir lideri olacağı için yönetici kadromuzun hükümdarımızın lideri: Kanuni Sultan Süleyman

                Devlet adamı ve komutanlar: Makbul İbrahim Paşa, Sokullu Mehmet Paşa, Balkan faitihi Bali Paşa, Yemen fatihi Özdemir Paşa, Kafkas fatihi Özdemiroğlu Osman Paşa, Moskova fatihi Devlet Giray, Kıbrıs fatihi Lala Mustafa Paşa

                Amiraller: Barbaros Hayrettin Paşa, Turgut Paşa, Seydi Ali Reis, Aydın Reis, Piyale Paşa, Selman Reis, Murad Reis, Hadım Süleyman Paşa

                Şairler: Fuzuli, Baki, Nevi, Taşlıcalı Yahya, Hayali, Zati, Aşık Çelebi, Bağdatlı Ruhi...

                Mimar-Musiki: Mimar Sinan, Behram Ağa

                Hat ve resim: Ahmet Karahisari, Matrakçı Nasuh, Haydar Reis

                İlim adamları: Zenbilli Ali Efendi, Ebussuud Efendi

                Fikir adamları: Kemalpaşazade, Taşköprülüzade

                Tarihçiler: Gelibolulu Mustafa Ali, Selaniki, Hoca Sadeddin Efendi
               
                Coğrafyacılar: Piri Reis, Seydi Ali Reis

               

                Herbiri tek başlarına ışık saçan yıldızlar gibi olan bu isimler bir devri birleşerek Türk asrı haline getirmiştir. Buna Batı veya Uzak Doğu medeniyetlerinden de örnekler verilebilir ancak isimlerin tanıdık olması ve tarihin nispeten daha iyi bilinmesi sebebiyle 16. Asırı örnek vermekte bir sakınca görmüyorum.

                Yöneten ve yönetilen ayrımında çizginin belirginsizleşmesi meselesinde tespit edilen bir diğer aksaklık ise bu yöneten-halk kavramlarından yöneten sınıfının soyut kavram muhtevasından sıyrılıp insan kimliğine bürünmesi ve doğal olarak insanın ömrü süresinde ömrü olmasıdır. Daha açık olmak gerekirse sürekli halktan gelen menşei halk olan yöneticilerde halef ve selef kavramlarının olmaması ve devlet politikasının o anki yöneticinin dünya görüşüyle sınırlı kalması sorunudur. O anki yöneticinin devlete katacakları kendi ömrüyle sınırlı olacağından ve bir sonraki gelecek olan yönetici grubunun kendi politikasını devam ettireceği şüpheli (ve hatta çoğu kez devam ettirmeyeceği net) olduğundan yapabileceklerinin ve yapmak istediklerinin tamamını kendi iktidarı süresinde yapmaya kalkışır.

                Bu da uzun sürede yerleşecek olan eğitim gibi sosyal politikaların asla uygulanamamasına sebebiyet verir. İktidar sahipleri devleti kendileriyle bir görür ve haleflerine güvenemediklerinden kısa süreye sığamayacak kadar büyük projelere girişirler. Kısa süreye sığacak olan projeler ise devlette atılım derecesine ilerlemeye olanak sağlamaz.

                Anlatmaya çalıştıklarım şu an ülkede fikrimce yanlış anlaşılan halk ve yönetici kavramlarıydı. Yönetici halktan mı gelmeli mi sorusuna cevap bulmaya çalışmaktı. Ayrıca halkın devamlılığı sabit olup yöneticinin devamlılığı konusunda yaşadığımız aksaklıkları tespite etmeye çalışmaktı.


22 Eylül 2013 Pazar

Okul bahçesi

                Öğrenciler okulun bahçesinde müzik açmış eğlenirken "Bunda mutlu olunacak ne var bu kadar?" diye düşünmekten kendini alamıyordu. Öğrencilerin başarılı olabilmesi için okula gitmemesi gereken liyakat düzeninin sonucu olarak devamsızlık ve rapor haklarını saklayan 12. sınıf öğrencilerinin bu hakları kullanmak üzere okula son gelişleriydi. Bunu da kutlamaktan geri kalmıyorlardı.
               
                Okul binalarının iki kenarını çevrelediği  geniş okul bahçelerinde toplanmış öğrenciler sürü psikolojisinin ve son gün olmasının etkisiyle işi biraz abartmışlar hatta bütün lise dönemi boyunca otoritesiyle bilinen müdür yardımcısını asker uğurlama eğlencelerinde yapıldığı gibi havaya atıp tutmaya başlamışlardı. Onur iğrenerek bakıyordu hepsine. Ayrılığın olduğu yerde eğreti duran birşey varsa o da mutlu olmaktı ona göre. Her yerde her durumda mutlu ve neşeli olmak haksızlıktı. Olayların ve duyguların hakkı verilmeliydi. Nasıl cenaze evinde kahkaha atarak gülmek çıkıntı duruyorsa ayrılık durumu yaşanırken de sevinçli olunmamalıydı. Ve şu an okul bahçesindeki tezat durumun hakkı da öfkelenmekti. O da öyle yaptı.

                Okulun içerisine girebilmesi için önce eğlenen kalabalık grubu yarması gerekiyordu. O kolay işti ancak ayakları her zaman ki gibi yedi ay önce ayrıldığı sevdiğinin olduğu taraftan geçmeye yöneldi. Aptallıktı, yolu daha da uzatıyordu bunların farkındaydı ama ayrılık cenderesi içerisindeyken bunlar umrunda değildi. Okula girmekteki amacı neydi ki sanki. Sigara içmek mi? Sözde sebep oydu ama 10 dakika önce içmişti zaten.  Ona yakınlaşmak, ona kendini göstermek, 7 ay sonra belki kokusunu duymak için bir bahaneydi sadece.

                Girdi okula. Tuvalete doğru yönelirken arkadaşlarıyla karşılaştı. Arkadaşları Onur'un suratını o halde gördükleri anda anlarlardı zaten ne olduğunu ve ne olacağını. Kalabalık olmamak gerekti. Bir kişi  verilirdi yanına ve diğerleri de keyifleri kaçmış bir şekilde beklerlerdi. Ömer'le birlikte girdiler tuvalete. Birer sigara yaktılar. Ömer tedirgindi. Birazdan olacak şeyleri tahmin edebiliyordu. Ne yapması gerektiğini biliyordu ama esasında çok da yapacak birşey yoktu. Üzülüyordu arkadaşına. Merve de onun arkadaşıydı. Hatta tanışmalarına o vesile olmuştu ama Onur'un bu hale geleceğini bilseydi kesinlikle yapmazdı  bunu.

                Ömer bu düşüncelerdeyken Onur bir anda kendini tuvalet kabinine kapattı. Olacağı belli olan şey olmaya başlamıştı. Son yarım saattir sağ bacağı seğiriyordu zaten Onur'un. Son on dakikadır ise elleri titriyor ve kanı çekilmeye başlıyordu yavaş yavaş. Kalbinin atışlarını duymaya başlamıştı yavaş yavaş. Arada bir göğüs kafesi sıkışmaya ikişer saniyeliğine nefes alamamaya başlamıştı. İşte bunların hepsi haberciydi. Arkadaşları da bunu bildikleri için bir kişiyi gönderirlerdi yanına. Çok kişi olurlarsa eğer Onur'un kendini o halde gösterip kötü hissedeceğini biliyorlardı. Kendine zarar vermemesi için bir kişi sadece.
               
                Kabinin içine girmeliydi Ömer. İçerden bastırılmaya çalışılan inlemeler ve bağırmalar geliyordu. Her an kafasını duvara vurabilir. Yumruk atabilir kapıyı kırabilir kendine zarar verecek birşey yapabilirdi. Çünkü arkadaşı kendine engel olamıyordu nöbetlerinde biliyordu bunu. Bu öfke patlamalarını 1 sene önce ilaç tedavisi ile çözmüşlerdi ama olağanüstü durumlarda Onur'un kafasının içinde bir yerlerden  çıkıyordu işte. İdare etmek zorundalardı. Onur da arkadaşları da.

                Yan kabine girdi Ömer, duvarın kenarındaki musluğu kendine basamak yaptı ve tırmandı. İki kabini birbirinden ayıran duvarın tepesine çıkmıştı. Ordan Onur'un olduğu kabine atladı hemen. Bir kaç yerini kesip çizmişti ama olsundu o kadar. Onur kapıya yaslanmış şekilde acınacak haldeydi. Gözleri kıpkırmızıydı. Ağlamamıştı ama gözpınarlarında ne kadar gözyaşı vardıysa akıtmıştı olanca suratına. Kalp atışları o süre içerisinde çok hızlandığı için kolları ve bacakları zangır zangır titriyordu. Hayır titreme denilemezdi buna. Sarsılıyordu. Nefes alış-verişleri bir hırıldama ve inleme şeklindeydi. Ömer yapması gerekenleri yaptı. Onur'u biraz sakinleştirdi kendine gelmesini sağladı ve kaldırdı. Elini yüzünü yıkadılar ve tansiyonunun düşmesi için birer sigara daha yaktılar.

                Onur yüzü bembeyaz olduğu halde "Gidiyor abi" dedi. Ömer vereceği cevabı düşünürken Onur lafa devam ederek Ömer'i kurtardı. "Gidiyor hem de hiç içi acımadan. Bana bir hoşçakal bile demeden. Sanki hiçbirşey yaşamamışız gibi. Ben burda bu haldeyken Allah kahretsin o dışarda o yavşaklarla beraber oynuyor kahkaha atıyor gülüyor Ömer!" Lafını bitirdikten sonra sigarasından büyük bir nefes çekip attı ve çıkmaya yöneldi. Ömer peşinden gelecek oldu ama Onur istemedi. Ömer arkadaşının yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu anladı, diretmedi.

                Bahçedeki kalabalık dağılıyordu yavaş yavaş. Herkes üçerli beşerli gruplar halinde okuldan ayrılıyordu bir daha gelmemek üzere ve hiçbirisi de birazcık olsun üzülmüyordu. Onur da okulun çıkış kapısına yakın bir yerde ağaçların olduğu yürüyüş yolunda banklarda oturuyordu tek başına. En çok da insanların üzülmeyişine şaşırıyordu hala. En çok da Merve'nin üzülmeyişine. Ve Merve'yi bekliyordu. Kendisi görülmeyecekti çıkış kapısından ama o görebiliyordu. Gidişini izleyecekti. Umutla izleyecekti. Merve'nin gözlerinin kendisini aramasını umut edecekti. Sadece bir kere etrafına baksaydı da olurdu. O da yeterdi sadece. Birazcık üzülmesini istedi sadece. Birazcık içinin burulmasını. Onu görmek istedi. Onu umut etti.

                Onur gözyaşları içerisinde çıkış kapısını gözlerken bunları düşündü ve Merve'yi gördü. Dört kız arkadaşıyla beraber gidiyorlardı. Bekledi. Beraber çıkışları aklına geldi o kapıdan. Bir kerecik etrafına bakmasını istedi sadece bir kerecik.
               
                Ama bakmadı. Arkadaşlarıyla muhtemelen tamamen alakasız bir konu üzerinde konuşarak kapıdan çıktı. Onur'u bütün çaresizliğiyle bütün ne yapacağını bilmezliğiyle bırakıp uzaklaştı. Onur o melek yüz'e bir daha hiç bakamayacağını biliyordu...

                ...


                Mezuniyet günü veda etmek için kendisini çağıran Merve'nin yüzüne bakarken bunları düşünerek gülümsedi.Gülümsemesi çok fazla sonradan eklenmiş gibi duruyordu...

2 Eylül 2013 Pazartesi

Karıncalar

                Sanki yüzünü morartırcasına, sanki gözlerindeki damarlarını patlatırcasına sert bir nefes çekti sigarasından. Yine aynı halet-i ruhiye. Bazen sık sık ziyaret edip, bazen de aylarca selam vermeyen bir ruh halindeydi yine. Beyin karıncalanması, kaş çatılması, yavaş yürüme, çok düşünce, çok sigara...Böyle zamanlar yalnız kalsa mı iyi yoksa kalabalıkta uyuştursa mı beynini bilemiyordu. Ama genelde yalnız buluyordu kendini. Evinin yakınlarında; kimi zaman düşünmek için, kimi zaman yalnız kalmak için uğradığı bir kayalık vardı. Altlarına denizden dalgaların vurduğu, dalgaları dinlediği kayalık. Yine oradaydı.
               
                Düşünce...Düşünce...Bazen ilaçtı bazen zehir. Kendisini neyin rahatsız ettiğini, hangi düşüncenin beynini karıncalandırdığını bilmiyordu aslında. Sadece yanlış olan birşeyin olduğunu biliyordu. Bazen bu ruh hali o kadar bastırıyordu ki Allah'ına sığınmasa o kayalardan kendini aşağı bırakabilirdi. Ateistleri hiç anlayamazdı zaten. Yükünü en büyüğe yüklemeden nasıl hayata devam edebilirdi ki insan.

                O da öyle yapıyordu zaten. Derdini, sıkıntısını Allah'ına yüklüyordu. Secde sanki Allah'a sarılmaktı onun düşüncesine göre. Rabbiyle hasret gidermek, kavuşmak. Tıpkı belli bir güne sözleşmiş iki can dostun buluştuklarındaki samimi kucaklayışları gibi. Ve Rabb'ine sarılırken bırakırdı yükünü taşıyabilene, hafiflerdi. İki vakit arası kamburunda biriktirdiği emanetler. Günde beş vakit emanetleri teslim ediş. Her gün beş hafifleyiş, her gün beş kucaklaşma.

                Bugün de taşıyamadığını bırakmıştı her zamanki gibi. Kamburunda kalanlarla beraber kayalıklardaydı. Bu halin sebebini ararken yıldızların arasında, bir nefes daha çekti sigarasından. Okuduğu kitaplar geldi aklına. Hayatta iki tane kitap vardı aslında. Birisi Allah kelamı Kur'an, ikincisi ise tüm varlığıyla yaratılmış tabiat. Hangi yazar; Hangi kitabın hangi sayfası yıldızlar, dalgalar kadar düşündürtmüştü ki şu zamana kadar. Ancak insan da tabiatın bir parçasıydı ve insanı anlamadan tabiatı anlamaya çalışmak eksikti. İnsanı anlamanın yolunu da kitaplar bilmişti.

                Ama o insanları anlamaya çalışırken kendinden önceki insanları anlamayı daha çok seviyordu. Şu anda geleceğimizi bilemeyeceğimize göre bizden öncekilerin geçmiş ve geleceklerine bakmalıyız ki benzeterek kendi geleceğimizi inşa etmeliyiz diye düşünüyordu. Evet evet işte tam bu nokta! Yıldızların arasında böylesine gezinirken, düşünceler beyninin kıvrımlarında tam bu sırada akarken bu nokta ağrımaya başlamıştı. Ama ne ilgisi vardı ki şimdi. Yüzyıllar önce yaşanmış bitmiş olaylar, insanlar niye rahatsız etsindi ki onu bu kadar. Anlayamadı. Ama oralarda olduğunu biliyordu. Rahatsızlığının sebebinin geçmişle mutlaka bir ilgisi olduğunun ayırdına varmıştı.

                Dalgalar şiddetlenmişti. Birbiri ardına vurdukça kayalara hem köpürüyor hem ayaklarına doğru küçük su zerrecikleri sıçratıyordu. Hoşuna gitti. Her zaman sevmişti zaten dalgaları dinlemeyi. Ve her zaman dalardı dalgaları dinlerken. Hayallerinden uyandığında ya gözleri yaşlanmış, ya kaşları çatılmış, ya da suratında kıvrılmış eskimiş bir gülümseme. Dalgalar alıyordu sakince. Küçük su zerreciklerinin dokunduğu her nokta bedeninden ruhunun çıkması için açılan deliklerdi sanki. Ruhu süzülüyordu bedeninden, suyun değdiği yerlerden yavaşça; sessizce dalgalarla beraber akıntıya kaptırıyordu kendini. Akıntıyla, suyla beraber eski bir kitapta okuduğu bir hikayeye gittiler...

                -"Gitmem gerek." diyordu adam gençten bir kıza. Henüz körpeceydi kız. Oğlanda gençliğinden sıyrılmış sayılmazdı.
                -"Neden? Neden zorundasın? Bir sen gitmedin diye kayıp mı edilecek bu savaş. Sultan Murad öylesine mi muhtaç sana. Evlenecektik hani biz. Gitme yiğidim koma beni yalnız."
                -"Nasıl böyle konuşursun. Nasıl gitmememi ister de benden kabul etmemi beklersin, hemde bana yiğidim diyerek ha? De bakalım bana hele diyelim ki dediğini yaptım gitmedim Murad Han'ın sancağının altına. Hangi toprağın üstünde evleneceğiz sevdiğim, çağırıldığında gitmez isek hangi toprağı hakedeceğiz de beraber rahat uyuyabileceğiz üstünde?
                Kuru çay demlene gerektir sevdiğim, üstüne sıcak su döküp beklemek gerektir. Kuru haliyle hiçbir işe yaramaz yesen acıdır. Bu gördüğün yurt toprağı da kuru çaydır sevdiğim. Üzerinde yaşayanların; bizlerin imanı, yurt sevgisi olmazsa, gerektiğinde verilecek canı, istendiğinde dökülecek kanı olmazsa demlenmez. Kuru kalır. Acı olur. Ancak saydıklarım olduğunda demlenir de tadı güzel gelir."
                Körpe kız biliyordu zaten baştan beri. Aşkı zaafı olmuş bir umut sormuştu yine. Bu konuşmadan sonra yiğidini uğurlayıp Allah'a emanet ettikten sonra yurt toprağını gözyaşlarıyla demlemekten başka çaresi kalmamıştı.

                Beynindeki karıncalanma artmış buldu kendini akıntı ruhunu bedenine geri bıraktığında. Meseleyi çözmüştü sanki. Öyle sanıyordu ki yüreği utanıyordu okuduğu kitaplardan, yaşanmıştan, geçmişten. Layık olamamaktan utanıyordu. Hala onların demlediğiyle kalan yurdu tüketmekten utanıyordu. Tekrar demleyememekten utanıyordu. Gözünü kırpmadan yarın evleneceği sevdiğini bırakıpta yurt için gazaya giden gazi atasından utanıyordu. Ahirette onlara neler diyeceğini, acaba emanete hıyanetten kul hakkı yeyip yemediğini düşünüp utanıyordu. Bu karıncalanma buydu. Utanmaydı.
               
                Yunus Emre'nin "ilim kendin bilmektir" deyişindeki gibi kendini biraz daha tanımanın bilmenin mutluluğu ve yeni keşfettiği duygusu utancın karması yeni bir ruh halinde geçti karıncalanması. Kaşları da çatık değildi. Her zamanki dalgaların sesiyle beraber ayağa kalktı. Denize selamını verdikten sonra yeni bir sigara daha yakıp eve doğru yürümeye başladı. Layık olmak için biraz erken kalkıp günü iyi değerlendirmek gerek diye düşünüyordu...

                

Doğum günü

                    Hayaller dalgalar gibi. Sanki kafamda medcezir var. Med zamanı hayaller kızgınlaşır dalgalar gibi. Köpürerek vurdukça vurur, dur durak bilmez taşları çözer kum eder kaya bile duramaz karşısında.Hayallerinden kaçarsan da boşluğa düşersin çünkü hayatın denizdedir.Durgun akıntısız dalgasız denizse kirini atamaz temiz değildir. Hayal seni vurduğunda koskoca kaya kuma dönmüştür vurma artik bittim desen, fayda etmez çünkü medcezirin bitmesine daha vardır, doğa kanunu bu zamanı dolmadan asla durmaz.


                   Kum kayanın terbiyeli hali.Hayali tarafından vurulmuş sert kaya artık vurulmamak için her şekli alır ya sert olmadığından. Mesele vurulan kayanin kumken doğru şekli alabilmesinde..Geçmişin hayali med cezir gibi.


                   Hatırlar mısın bilmem?, Bende hatırlamak istemem ama hayal işte, durmaz. Bir gün elele yürürken ağlamaya başlamıştın. Bunu bizden başka kimse anlamaz ama çok güzel ağlardın. Seni ağlarken bir başka severdim. Neden ağladığını sorduğumda bir anda bana sarıldın. Her zaman, her sarıldığında senin kokuna senin benliğine boğulmak harikaydı. Deniz dalgası gibi masmavi gözlerinle bana baktın. Her bakışın içime işlerdi zaten. Dalgalar misali vururdu kum gibi yüreğime. İç çeke çeke "Ama ben seni çok özlüyorum" dedin ya. Şimdi anlıyorum ki belki de beni özleyemediğine ağlıyordun. Ama şimdi ben bu kum halimle ne şekle girmeye çalışsam da kum oluşumu unutamıyorum. Seni çok özlüyorum.


                 Aşkın tanımı ben hararetle birşeyler anlatırken gülerek gözlerime bakmandı. Anlattıklarımın tek kelimesini dinlememen deniz dalgasi gözlerinle bana ne konuştuğumu unutturmandi...Ve gülüşün çok güzeldi. Ama sadece bana bakarken.2 yıldır sana bakmamama rağmen kum olan yüreğime biçim verişinle senin gibi gülüyorum. Yüzümdeki haddim olmadan sana benzettiğim gülüşüm bana bıraktığın bir buse sanki. Hatıranla mutluyum. 20 yıl önce bugün doğduğunda kaderime yazıldığın için mutluyum.






                         Doğum günün kutlu olsun.

Yufka, soğan ve peynir

                Kör Emine'nin öldüğünden 4 kış geçmişti galiba.Mevsimlerden hasat mevsimi,  günlerden mübarek günün ertesiydi.

                Sabah ezanından hemen sonra küçük Halil tavukların yemleri vermiş, kümesi ve ahırı süpürmüş, evin iki baş ineğini sağmaya ablasına yardım etmiş ve öğlen yemeğini alelacele yiyerek köydeki arkadaşlarının yanına gitmişti. Hiç değişmezdi; her gün köyün diğer çocuklarının yanına daha çabuk gidebilmek için işleri çarçabuk bitirmeye çalışır ve kerahat vaktine doğru çocuklara has bir yorgunlukla, yorgun olmaktan mutlu olunan bir yorgunlukla dedesinin evine dönerdi.
               
                Bugün de aynı şeyler olmuştu. Halil eve gelmiş ablasının ibrikten döktüğü suyla elini yüzünü yıkamış, abdest almış dedesiyle akşam ezanını bekliyorlardı. Namazdan sonra sofraya hep beraber oturulurdu. Halil için günün en güzel saatleri... Ablasının pişirdiği sımsıcak tarhana çorbası, bembeyaz türkmen yufkası, taze soğan ve peynir. Sofrada mütevazı azıklarını yerken Halil hep dedesini izler, dedesini öğrenmeye çalışırdı. Dedesi bir diz yukarda yarım bağdaş oturmuş, besmele çekmiş, çorbasını bitirdikten sonra su ve toprak kokan elleriyle dikkatli bir biçimde yufkadan kendine kadar bir parça bölmüş, sanki bir zanaat yapar gibi tek bir ufak parça bile ziyan etmemeye çalışarak soğanı ve peyniri yufkasına katık ederek dürme yapmış ve küçük lokmalarla yemeye başlamıştı.

                Evet dedesinin elleri su ve toprak kokuyordu. Suyu ve toprağı koklasa kokularını alamazdı ve nerden bildiğini bilmiyordu ama küçük Halil dedesinin ellerinin su ve toprak koktuğunu biliyordu. Dedesinin elini öperken aldığı ve saf güven veren su ve toprak kokusu.

                Halil'in dedesi her akşam olduğu gibi bu akşam yemeğinden sonra da sofra duasını etmiş, Halil ve ablasıyla beraber Fatiha-i şerif okumuş; kalkarken yine düşünceyle konuşma arası iç çekerek "aah babam" demişti. Halil önceleri, dedesinin bunu söylerken babasını hatırlayıp üzüldüğünü düşünmüştü ama üzerinden zaman geçtikte bu alışkanlığı sadece yemeklerden sonra yaptığını farketmişti. Aklını başında bildiğinden beri küçük Halil bunun anlamını merak ediyordu ama kararlıydı. Artık bugün soracaktı.

                Yemekten sonra ablası sofrayı toplayıp yer yaygısını kaldırırken Halil ile dedesi de ya komşularından birini ziyarete gider, ya konuk beklerler ya da iki başlarına oturup söyleşirlerdi. Anlaşılan bugün söyleşme günüydü.

                - "Dede, her sofradan kalktığımızda iç çekerek niye büyükdedemi anıyorsun?"

                Dedesi gülümsedi.Torununun; kendisinin bile farketmediği bu ayrıntıyı sormasını beklemiyordu ama bilginin meraktan geldiğini  bildiği için torununun meraklı olması hoşuna da gitmişti.

                - "Teşekkür için Halilcik."

                Halil'in aklına pek yatmadı. Büyükdedesi bildiği kadarıyla genç yaşta ölmüştü. Yani dedesi babasını  tanımıyordu bile. Tanımadığı halde şu anda hayatta olmayan birine her gün teşekkür etmeyi kafasında uygun bir yere koyamıyordu Halil.

                - "Nasıl  teşekkür dede? Senin baban öldü ya. Ayrıca teşekkür edeceksen de neden sadece yemekten kalktığımızda ediyorsun?"

                - "Sen burda doğdun Halilcik yaşında henüz toprağın kıymetini bilmek için çok küçük. Ben o zamanlarda senin yaşlarındaydım. Hatırlıyorum aşiretimizle birlikte Moğol zulmünden batıya doğru kaçıyorduk. Orada Osman derler bir Türkmen Beyi var imiş. Söğütte kök salmış Yenişehir'de Karacahisar'da Türkmen aşiretlerine toprak dağıtıyormuş ekip biçsinler diye. Biz göçerdik oğul, ekip biçme ne bilmezdik. Ama dediler ki Devlet böyle olunur. Moğoluyla keferesiyle böyle baş edilir denince gittik bizde kapılandık Osman Bey'e. Ama Türkmen'in karşılığını misliyle ödemeden bir şey aldığı görülmüş müdür oğul? Türkmen'e almak bir derttir alıp da korumak başka bir dert. Osman Bey demiş ki "Akın var! Evlerinizi, topraklarınızı korumak için güçlenmemiz, güçlenmemiz için akın etmemiz gerek."

                Böyle bir çağırmada babam da gitti. Bütün hayatını göçer yaşamış, dört duvar ağır gelmiş zahir fukaraya. Atın üstünde olacağını duyunca aşiretin külli erkeği güle oynaya cenge gitmiş. Ha işte bu oturduğun evin, soğanını yediğin toprağın üstünü fethetmeye gelmiş büyükdedenle Osman Beyimiz. Zorlu bir gaza olmuş nazlı Bursa düşmek bilmemiş ama en sonunda Türkmen kılıcına yenik düşüp yurdumuz olmuş. Bedeli ödenip alınmış nazlı Bursa. Amma oğul ne Osman Bey dönmüş o gazadan ne de babam.

                Sanma ki oğul o gün Bursa fetholundu da bitti. Ha daha demin yediğimiz soğan bizim bahçede yeşermedi mi oğul? Bizim bahçe Bursa'da değil midir? Babamla Osman Bey atam bu soğanı da fethetmemişler midir şimdi. Bu toprağın otuyla beslenen inekten yapılan peyniri bugün fethetmiş olmadı mı Osman Bey'le babam. Bursa elimizden çıktığı, düşman eline düştüğü gün fethi biter. Bizde ondan fethin bitmesini istemeyiz, fethin sürmesini ister ona çalışırız.

                Babam hala Bursa'yı fethetmeye devam ediyorsa oğul; ölü değildir. İşte bu yüzden de şehitler ölü değildir Halilcik. Bana bugün fethettiği, hediye ettiği soğan için, peynir için, yufka için de teşekkür etmek boynumuzun borcu değil midir Halilcik?"

                Son söylediklerini Halilin yanağını okşayarak ve gülümseyerek söylemişti küçük Halilin dedesi.

                Halil düşündü.

                ...

Algı

                 Es-selamun aleyküm kardaşlar. Hele bir dur önce de bakalım sen kimsin, necisin derseniz Ersagun diye çağırırlar beni. Karabudundanım. Afşın yoldaşı, devlet sevdalısı, peygamber aşığıyım. Neci olduğumuza gelince; bilgi alır fikir satarız ağalar.

                 Kiri su yuğar, kir de terlemeden atılmaz ya, yüreği de terletmek gerek bazen. Ha sor kardaş nedir bu yüreğin teri de. Sözdür kardaş yüreğin teri. Ağızdan söz çıkmadan yürekten de kir çıkmaz. Haa bir laf ettik amma eksik ettik kardaş, yüreği güzel söz yuğar demeliydik. Duymuşsundur mutlaka temiz kalpli namını bir çok kez. Sen hiç duydun mu bir temiz kalplinin ağzından kötü laf çıktığını? İşte bizimkiside o hesap, he mi...                     
               
                Vel hasılı gayemiz anlatmak ağalar. Yüreğimizin kirini yuğmak isteriz. Anlatmak için önce düşünmek lazım. Düşünmek için de önce konuşmak lazım. İnsan en iyi konuştuğu zaman düşünür. Konuş, tartış ki o süre içinde çok daha iyi düşünebilesin. Ama o düşünmenin işe yarar olması için lazım gelir ki söylediklerinden geri dönebilme kibirsizliğini gösterebilesin. Doğrusunu düşünmek için söyleşirken yanlış söylemiş olabilirsin. Ancak yanlış söylerken düşündüğün doğruyu faydalı kılmak için de söylediğin yanlıştan dönebilmen gerekir. Bizim de burda söyleşme esbabımızdan biri de bu. Doğruya ulaşmak. Tartışırken doğruya ulaşmak. Allah bize yanlışımızdan dönme kibirsizliğini versin inşallah.

                Bizler bu mecrada ata eşek, kurda köpek desek de inananlar bulunuz kardaşlar. Halk kendi doğrusunu söyleyen bir kalemin yazdığı doksan dokuz yanlışa inanmaya hazırdır. Yeter ki onun tek doğrusunu söylemiş olsun. Bir de kaşı gözü yerinde usturuplu giyinen, lafları afilli, sözleri giysili olsun kafi. Bundan değil midir ki bütün haber sunucuları güzel ve iyi giyimli, bütün köşe yazarlarının saçı jöleli ? Ancak amaç doğrularımıza inanmanız değildir gözümüzde. Birbirimizi anlayabilelim yeter. Bizleri bu klavyenin başında sizleri de o ekranın başında buluşturan anlayıştır kardaşlar. Önyargısız samimiyet ve anlayış.

                Girizgahı uzun tuttuk afedesiniz. Lakin anlayış için demem gerekti. Düğümü çok sıkmayacağım için; biraz da belki meramımızı yukarıda anlatmak istemişizdir. İnsanlar için kelimelerin anlamları algıda şekillenir. Örneğin benim için devlet baş üstünde tutulması gereken bir kavram iken, başka birisi için yerin dibine batırılması şart olan bir yapıdır. Ya da bir Arab'a akil dediğiniz zaman kökü ekele'den (yemek) gelen obur yeyici manasını anlarken, herhangi bir Türk akil'den akıllı anlamını çıkarabilir. Nitekim anlaşmazlıklarımızın en büyüğü burdan kaynaklıdır. Ana düğümü teşkil edecek olan millet, milliyet, milliyetçilik meseleleri de bu algı durumundan mütevellit sorunlar yaşanıyor.

                Yazının devamı "faşist dermiş eşin dostun akraban..." tadında olmayacak merak etmeyin. Derdim biz faşist değiliz reddiyesi yapmak değil ki zaten biz kimiz, faşist diye itham edilen grubun içinde olduğum da nerden çıktı diyerek yeri gelmişken düşüncelerin bireysel olduğunu belirteyim. Yalnızca bir Türk milliyetçisi olarak desteklediğim ve reddettiğim durumlar var. Naçizane onları açıklamaya çalışacağım.

                Daha şimdiden Türk milliyetçisi tamlamasını duyar duymaz önyargı duvarları aniden yükselen, içi ürpererek dışlama damarları kabaran kardaşlar için aslında bu yazı birazda. Acaba sizin anladığınız Türk milliyetçiliği ile benim anladığım arasında ne gibi farklılıklar var. Kelimelerden gidersek eğer bırakın Türk milliyetçiliğini sizin anladığınız millet ile benim anladığım arasındaki fark az mı çok mu acaba. Sizi bilmem ben kendiminkini anlatarak işe başlayayım belki anlaşırız.

                Millet; benim lügatımda yığın olmayan toplumdur. Devletleşmeyi becerebilmiş, ortak değerleri olan halka millet denir. Ortak değer ne mi? Karsta yediğin normal bir ev aşını aynı haliyle Edirne'de de yiyebiliyorsun ya ortak değer o işte. Kolay kolay kandırılamayan iyi giyimli haber sunucularının ağzından dökülen zehirlerin bal olmadığını bilen halk millettir. Benim anladığım millet'in her ferdi birbirini bilir. Birbirine aynı milletten olduğu için güvenir. Hani şöyle bir kahve siyaseti vardır ya "abi sağcısı olsun solcusu olsun savaş çıksa omuz omuza savaşır bu milletin her bir ferdi" diye, işte bunun gibi devlet konusunda birbirine güvenen halk millettir.

                Milliyet ise millete bağlılıktır benim lügatımda. Milli-yet, milli olmak, milli ölçüye bağlı kalmak, millet olabilmektir. Devletin varlığı için omuz omuza verebilme özverisi ve fedakarlığıdır milliyet. Devleti baba bilmek, devleti oğul bilmek; baban için, evladın için çalışmaktır milliyet.

                Milliyetçilik tutuculuk değildir. Milliyetçilik ülkücülük de değildir. Milliyetçilik siyasi bir kavram hiç değildir. Evet milliyetçiliğin bazı siyasi uzantıları tabiki olacaktır ama milliyetçiliği siyasi uzantılara indirgemek benim düşüncelerime göre büyük haksızlıktır. Milliyetçilik bir tanımıyla da geçmişe layık olup köklerinden güç alarak geleceğe göğe dal uzatmaktır.

                Türk milliyetçiliği kişilere bağlılığı kabul etmez, ülküye ve gayeye bağlıdır herşey. Hakanlar gelip geçer nice Alpaslanlar, Kılıç Arslanlar, Osmanlar gelip geçmiştir ancak onların sadece gayeye hizmetleri olmuştur. Millet hiçbir zaman o isimleri gaye haline getirmemiştir.

                Türk milliyetçiliği geçmişe köklerine sımsıkı tutunur ancak toprağın altında ve çağın gerisinde yaşamayı kabullenmez. Geçmişe sarılmak tutuculuk da değildir. Bin yıllık toprağını bırakıp da kendine başka yurt seçmek devrim değilde nedir?

                 Türk milliyetçiliği dinamiktir. Uyuşukluğu kabul etmez.Akındadır hep.Tıpkı kırkaltı yıllık saltanatının ancak az bir kısmını sarayında geçiren hakan gibi.

                 Türk milliyetçiliği mücadelecidir. At üstünde yalın kılıç kırk çerinin Çin ordusunu yenemeyeceği açık olsa da o destanın bizim bağımsızlığımızın teminatı olduğu fikri mücadele ateşi verir Türk milliyetçisine.

                Türk milliyetçiliğinin sermayesi bir atın iki kulağı gibidir.Bir yanda devlet işleri diğer yanda inanç ve bilgi. Edebali Şeyh ile Osman Bey gibi. Akşemseddin Hoca ile Fatih gibi.


30 Mayıs 2013 Perşembe

İlk telefon

                Düşünmeyi öğrendiğim günden beri öleceğim günü bekledim.Düşünmeyi öğrendiğim günden beri Allah'ın varlığına iman ettim başağrımdan kurtulmamın tek yolunun ölümle ulaşacağım vuslat olduğunun bilincindeyim.Halbuki daha 20 yaşında yeni yetme bir körpeyim ama sınavda daha fazla yazacak birşeyi kalmamış teneffüse çıkmayı bekleyen bir öğrenci gibi soluk alacağım vakti toprağın altını gözlemekteyim.

                Biliyorum daha erken.Hayat hakkında hiçbirşey bilmiyorum.Ergenlikten yeni çıkmış onlu yaşlarını yeni bitirmiş daha alın teriyle para kazanmanın ne demek olduğunu bile bilmeyen fikirleri ham düşünceleri yeni küçük bir çocuğum. Bu zamana kadar bana hep olgun hissettirdiler.20 yıllık şu geçmişimde hep başarılı oldum ama hiçbir zaman bir amacım olmadı.Hala da bir amacım yok.Bir heyecanım yok.Her akşam babamın hayata lanet edişiyle günü bitirdiğim için üniversiteyi bitirip çalışmaya da pek hevesim yok.

                İnsanın dünyadaki sınavlarından biri de böyle bir sabır sınavı olabilir.Ölümü beklemek ne kadar değişik bir duygu. Babam bana ilk telefon aldığında sanırım liseye yeni başlamıştım 14-15 yaşındaydım ve telefonumun açılış mesajı "ölüm yakın"dı.İnsan kafayı yememek için sabretmeli.Düşünüyorum da ölümden kurtulmanın, insanın ölüm her aklına geldiğinde aklını kaçırmamasının tek yolu Allah'a inanmak.İnanmayanların hali ne kadar kötü.Her an ölebilirler ve onların inancına göre her an işleri bitebilir.Ölümün ne zaman geleceğini bilmiyorlar ve hiçbir amaçları yok.Nasıl kafayı yemiyorlar hayret ediyorum.Neden yaşıyoruz sorusunun cevabını veremeyen bir insan nasıl yaşar onu da anlamıyorum.

                20 yaşındayım ve Türkiye istatistiklerine göre ortalama yaşarsam 52 yıl daha ömrüm var.15 yaşından sonra doğru düzgün düşünebilmeye başlayıp hatırlayabildiğime göre bu dünyaya sabrettiğimin 10 katı kadar daha sabretmek durumundayım.Allah'ım bana biraz dünya sevgisi ver ki bu 50 yıl içinde sonunu düşünerek ve isteyerek yaptığım tek şey namaz ve oruç olmasın.

                Düşünmek insanlığın en büyük belirtisi ve en büyük işkencesi.İnsanlar sürekli düşünmemeyi sağlamak için bir şeyler yapmaya çalışıyorlar.Alkol, uyuşturucu bu çabanın maddi sonuçları ama insanları uyuşturmanın başka yolları da var.

                Günde kaç saat televizyon izliyoruz ki.Biliyorum biliyorum hiçbiriniz izlemiyorsunuz sadece internetten birkaç dizi takip ediyorsunuz siz üstünüze alınmayın ben benim gibi izleyenlere söylüyorum.Bir insan neden ülkemdeki hiçbir amacı olmayan insanların katıldığı üç saat içinde koşa koşa alışveriş yaptırarak tüketim çılgınlığını komik bir biçimde gözler önüne seren, bunun sonunda da aldığı kıyafet asla hiçbir zaman beğenilmeyen insanların birbirlerine sövdüğü bir programı izler ki.Betimden anladığınız kadarıyla bende izledim.Biliyorum.Uyuşmamız gerekiyor.

                İnsanlar neden 14-15 saat uyanık kaldıkları çok değerli bir gün içinde en az 2-3 saatlerini hadi benn evlenmeye geldim diye çıkıp gelen; evli, arabalı, yakışıklı en az 2.500 lira maaşlı, ne istediğini bilen (o da ne demekse artık) ruh eşini arayan saçma sapan insanların insafsızca birbirlerini yargıladıkları onbinlerce kişinin gözetlemesi altında ben seni beğenmedim derken ki mahcubiyetlerini, o dünyanın belki de en rezil anından sonra da sunucu kadının göbek atmasını izler ki.Hayır hayır insanlara kesinlikle düşünmek fazla geliyor.

                Eğer bu yazıyı sonuna kadar okuyan birisi varsa teşekkür ederim.Muhtemelen ya boş kalmıştır ya da benden bir şeyler bekliyordur ki sonuna kadar okumuştur.Kusura bakma okuyucu sadece yapacak daha iyi bir işim yoktu.Yazmak güzel şey.Konsere gidip fotoğraf, video falan çekmekten konserin keyfini alamazsın ya bu da onun tam tersi işte.Tutanak tutmadan ne yaşadığının çok da farkında değilsin...Yeteri kadar uzattım.Gözlerinden öperim okuyucu.

                 

                 


                 

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Gelenler

           Herkese iyi günler arkadaşlar.Yazının konusu bir belgesel.Daha doğrusu bir yazı olmayacak sizinle bir bölümü 10 dakika olan bir belgesel dizisi paylaşmak istiyorum.İsmi "the arrivals".Türkçe anlamıyla "gelenler".Gelenlerden kastı üç kişi, Deccal, mehdi ve mesih.Ama sanmayın ki sürekli dini terimler hz. İsa deccal'den bahsediyor.Aslında belgeselin esas anlattığı gelenler için hazırlanan dünya.Dünyanın şu andaki hali.Hazırlayanlar sonradan ihtida etmiş müslüman olmuş iki Amerikalı din kardeşim.Anlaşılan bir takım şeyleri görmüşler farketmişler ve insanlara görsellik video yoluyla anlatmayı uygun bulmuşlar.Naçizane bende yazarak anlatmaya çalışıyorum içimdekileri.Rica ediyorum izleyip izletelim youtube'da 10-15 000'den fazla izlenmemiş videolar bunlar çok profesyonel kameralar ışıklar sesler beklemeyin ama akla mantığa düşünceye değer veriyorsanız hayatın sizin için bir anlamı varsa izlemelisiniz.Deccal mesih falan diye "ben zaten inanmıyorum izlememe ne gerek var" demeyin lütfen.Bir kere izleyin.


            Yukarıda gördüğünüz belgeselin üçüncü bölümü.İzlemeye karar verirseniz bence sunuş bölümünü atlayabilirsiniz 2. bölümden başlayın.Özellikle bu bölümü blogda paylaşmamın özel bir sebebi var.Bu bölüm akıl kontrolü ile ilgili.Bölümden alıntı yapıyorum:

           "Size karşı kullandıkları silahlar evlerinizde bulunup, sizi ve çocuklarınızı eğlendirip, yavaşça, siz farkında olmadan size onların hayat tarzını aşılamaktadır.Günümüz toplumunda insanlar git gide artan bir biçimde çağdaş medya, televizyon, sinema, bilgisayar oyunları, internet, popüler romanlar, popüler müziği hayatlarının ayrılmaz bir parçası yapmıştır.Bunların hepsi bilinçli ya da bilinçdışı aldığınız geniş bilgiler içermektedir.HER GÜN TOPLUM HAKKINDA İDEALLER, AHLAK KAVRAMLARI VE TOPLUMUN NASIL YAPILANMASI GEREKTİĞİ HAKKINDA FİKİRLER GÖZLERİNİZİN ÖNÜNE SERİLMEKTEDİR.Bu medyalar bir bireyin dünya ve var olan herşey hakkındaki görüşlerinin temellerini oluşturmakta büyük rol oynar."

          Aslında hepsini yazmak istiyorum, aslında hepsini büyük harflerle yazmak istiyorum ama bir şekilde diğerini daha çok vurgulamak gerek.3. bölümün devamını izlerseniz ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.Televizyonda, internette, müzik kliplerinde her yerde artık herşeyde cinsellik var herşeyde.Yemek reklamında, lastik reklamında, her türlü filmde...Dizilerin tutması için içinde cinsellik olması şart artık.Romandan uyarlama game of thrones'da 10 dakika kitaptan çeviriyor 10 dakika birilerini seviştiriyor.Kimse de demiyor ki NİYE?"İnsanların izlemesi için olması lazım" olarak kabullenilmiş.Durumun bilincinde misiniz bilmiyorum ama DURUM KABULLENİLMİŞ.Bu çok tehlikeli.Gençlere idol olarak tanıtılan ünlülerin yaşantılarına bir bakın.

         Size fazla detaya inmeden bunun somut sonuçlarından güncel bir örnek vermemi ister misiniz.Geçenlerde metroda öpüşen bir çifti uyarmak için anons yapılmış ahlak kurallarına uyalım diye.Bunun üzerine muhalif, heyecanlı, hayırdır çeken gençliğimiz akıllarınca bir eylem planlamış.Kurtuluş metrosunda buluşup topluca öpüşeceklermiş tepki için.Şimdi olayın haklılığını haksızlığını tartışmayacağım.Ya noluyoruz.Noluyorsunuz.İnandığınız hiç mi birşey kalmadı.Özgürlük, çağdaşlık, insanlık dediğiniz kavramlar ahlak kurallarını ayaklar altına almak mı? Somut örnek bu işte.Gençlik öyle bir hale gelmiş ki ve öyle kısa zamanda gelmiş ki Türkiye'nin ortasında başkentte gençler insanlığı, özgürlüğü, çağdaşlığı savunmak için topluca ahlaksızlık eylemi yapabiliyorlar ya.Tabi bana göre ahlaksız onlara göre çağdaş.Normal geliyor normal.Biz anormaliz onlara göre.Acıyorum beyinleri nasıl bu kadar yıkanmış.Bilemiyorum.Korkulacak bir durum bu.

         Yalvarıyorum her odamızda olan o dikdörtgen kutudan uzak duralım.Özellikle küçük çocuklar kesinlikle izlememeli kesinlikle.Bize çaktırmadan nesiller ilerledikçe değerler yıpratılıyor, ahlak ayaklar altına alınıyor, gelenek küçümseniyor, disiplin düzen yerine salmışlık moda olarak sevdiriliyor yeni nesillere.Televizyon denilen şeyin tek ama tek yaptığı buna hizmet.Çok dikkat etmek lazım.Popüler olan herşeyden, her programdan, her kitaptan, her müzikten şüphe etmek; dikkatli yaklaşmak lazım.Çünkü yığınlar yönlendiriliyorsa ona özendiriliyorsa medya ve televizyon tarafından orada paranoyaklık lazım.Kalın sağlıcakla ve lütfen izleyin.

         

30 Nisan 2013 Salı

boyaboyuna.com


             Eskiden sokakkültürü diye bir site vardı.Özellikle Ankara writerları mc'leri internet ortamında o forumda takılır hep birbirimizden haberdar olurduk.Büyüklerden yorum alabilmek için sketchlerimizi yüklerdik.Oradan tanışır duvarlara giderdik vs.Yani bir hip-hop ortamı vardı, birliktelik vardı.2 yıldır öyle bir birliktelik yok Ankara'da da hip-hop ortamı kalmadı zaten.Eskiden en azından haftada bir Ankara'nın bir yeri boyanırdı.
         
            Şimdi de böyle bir kıpırdanma var.Çizmeyi devam eden kardeşlerimizden stak böyle bir internet sitesi kurdu ve bizi birleştirdi sağolsun. www.boyaboyuna.com adıyla bir forumumuz var artık ve tekrar birbirimizden haberdar olup o eski ortamı tekrar kuracağız inşallah.

            Kaynaşmayı sağlamak için de bir sketch battle düzenlendi.Kelimemiz "boya" idi ve bizde elimizden geldiğince birşeyler çizdik.Çizmek gerçekten çok güzel birşey.Önce kurşun kalem ile iskelet ve stil.Stil oturduktan sonra pilot kalemle outline'lar.Daha sonra hangi blok tarzı yapacağına karar ver ve blokları çiz.Kağıda dakikalarca boş boş bak nasıl boyasam hangi renkleri kullansam diye.En son birinde karar kıl ve kağıda boyayı sür.Boyadan sonra second line'ı çiz.Yapacaksan arka plan yap ve en son mutlu bir şekilde tag'ini at.Selametle.

24 Nisan 2013 Çarşamba

Her şey gözümüzün önünde


Herşey gözümüzün önünde olup bitiyor. Söylenecek o kadar çok şey var ki.

Alevisi sünniye, Ermeni'si Türk'e, Türk'ü Kürd'e, sağcısı solcuya düşman.

Akademisyenler ilimlerinden mağrur, sözde aydınlar kibir deryasına dalmış halkı küçümsemekte.

Müslümanlık debbağın dövdüğü gön misali herkes çekmiş bir ucundan önüne gelen parçayı döğmekte. Bir "dincilik" furyası ki almış yürüyor. İslam sancaktarı millet dedesinin davasını unutmuş okullardaki din dersine, sokaklardaki cami sayısına takar olmuş.

Millet desen on fırka bin fırka onbin fırka, tarihinin en kafası karışık dönemini yaşıyor. Sağcı, solcu, liberal, milliyetçi, ülkücü, muhafazakar, demokrat, cumhuriyetçi, sosyal demokrat, sosyalist, komünist, özerkçi, faşist, dinci, kemalist, cemaatçi, ulusalcı...Bunların binlerce kombinasyonu ve türevi daha...

Memlekette bir "intikam" ve "temizlik" operasyonu. Ona paralel olarak teröristbaşının hapisten çıkması "tartışma konusu" olabilecek duruma gelinmiş.

Öğrenciler heyecanlarından kullanılmaya açık. Kafalarından ziyade elleri çalışır vaziyette. Dinlemeden ziyade konuşma revaçta.

İnsanların bile değerini belirleyen mehenk para olmuş.

Bakkal Niyazi amca bile telefonunun dinlendiğinden şüpheli.

Zengini zenginliğinden, yoksulu yoksulluğundan bencil.

Bilen bildiğinden bilmeyen bilmediğinden kör cahil.


Ve biz umud edenlerdeniz. Allah'tan ümit kesilmez diyenlerdeniz. Bir gün... Bir gün bu millet kalkacak, üzerindeki kiri temizleyecek, pislikleri atacak ve hak ettiği devlet gücüne kavuşacak. Hatırladığı, özlediği, ah çektiği eski günlerine nispet yaparcasına Fatih'ler, Yavuz'lar yetiştirecek. İnanıyoruz, inanıyoruz ve bu binlerce kilo yükü kaldırmaya çalışıyoruz, omuzlarımızın üstünde yükselmesini istiyoruz. Bu karanlığın aydınlanması için yanan mum olmaya çalışıyoruz. Belki bizim ateşimizle o kutlu yangın çıkmayacak ama en azından ateşimiz sönmeyecek.

Allah bizi muvaffak etsin .Ben ve benim gibi düşünenleri, mürşitlerimi, yoldaşlarımı...

14 Nisan 2013 Pazar

İyi günler


              Eskiden en azından haftada bir resim çizerdim bu üsttekinden daha çok vakit harcanmış, renkli, özenli. Muhtemelen aylardır ilk defa kalemi elime aldım ve ortaya böyle birşey çıktı.

              Burada graffitinin felsefesini yapacak değilim size ama masanın üzerinde kurşun kalem silgi ve defter olduğu halde saatlerce bir çizgiye uğraştığın zaman insan sıkıntılarını bir süreliğine unutuyor. İnşallah devamı gelir arayı çok açmam da elimin hamlığı biraz gider. Herkese iyi günler.

18 Mart 2013 Pazartesi

Utanıyorum


                20 yaşındayım.Çocukluktan, dünyayı heyecan perdesinden görmeyi yeni yeni bırakıyorum ve etrafa bakıyorum.Gördüklerimse üzücü.Bana çaresizliği hatırlatıyor ve hicap duyuruyor.
               
                Utanç duyuyorum.Gördüğüm duyduğum herşeyden.Görmemek için yere bakıyorum ve duymamak için düşünüyorum.Düşündükçe nedenleri daha iyi anlıyorum ancak sonuca varamıyorum çözüm üretemiyorum.Bundan çok utanıyorum.
               
                Kantinde sürekli maruz kaldığımız pankart ve afiş tacizine alıştık.Yüreğime dokunanı kantine ve amfiye girip çıkarken -afişten nasibini almamış tek duvar olmadığı için- tavandan sarkıtılan kürtçe bildirilerin altından geçmek ve çarpmamak için başını eğmek zorunda kalmak.O afişleri yırtamadığım ayağımın altına alıp çiğneyemediğim için çok utanıyorum.Özür dilerim.
               
                Ana koridorda kıçıkırık bir laptopda sesi hoparlöre verilmiş bangır bangır çalınan kürtçe müziği susturamadığım laptopuda hoparlörüde yere çalıp parçalayamadığım, önünde gerillalar gibi halay çeken iki kıza iki tokat vuramadığım için utanıyorum.
               
                Sempozyumda hiç yoktan saldırı düzenleyen, kız arkadaşlarımı korkutan ağlatan, erkek kardeşlerimi tehditle okula sokmayan topluluğa ses çıkaramadığım için utanıyorum.18 Mart anma etkinliklerini basan yakan yıkan yağma eden soysuz çapulcuları kovalayamadığımız için utanıyorum.
               
                60 ve 70'lerde içinde terörist saklanan, rehine tutulan; polise, jandarmaya , askere gözünü kırpmadan kurşun sıkan öğrencileri barındıran okulun bu faaliyetlerini şu an direniş olarak yorumlayan, o ruha diriltmeye çalışıp o ruhla gurur duyan öğrencilerin olduğu, tek bildiği içip gezmek olan bir nesilde olmaktan ve acizliğimden utanıyorum.
               
                Allah hepimizi, benim gibi düşünenleri affetsin.Okullarda binlerce arslan bir avuç köpeğe karşı birleşip kükreyemediğimiz için.Tek kalıp sessiz kaldığımız için.
               
                Diyor ya Muhsin Yazıcıoğlu:
               
                Allah hepimizi affetsin, bu millet Türk milleti olamaz
                Türk milleti İslama bu kadar cahil kalamaz
                ...           
                Bu ne düşmanlıktır kardeşim yazdıkça yüreğim kanıyor

17 Mart 2013 Pazar

Ne halleri varsa görsünler


                Aşk gayesiz insanlar içindir."Nerde acaba, şu an napıyo, kimin kollarında, o da beni düşünüyor mu" kimin umrunda.O elinde ellilik bira bardağıyla karşısında açık açık flört ettiği oğlancıkla beraber "bu mekan güzel de müzikler biraz bayık sanki" sohbetleri yapmaya devam etsin, ben ve biz odasının her tarafını okunmuş sonsözü yazılmış kitaplarla doldurmaya çalışırken huzurluyuz.Amacımız varki ne kadar daha az uyuyabiliriz de bilgi deryasından bir damla daha nasipleniriz derken, onlar ne kadar daha içki içebiliriz de beynimizi uyuşturup yaptığımız ahlaksızlıkları meşru hale getirebiliriz derdindeler.Gördükçe kaşlarımızın çatılmasının sebebi değildir kıskançlık.İğrenç ve mutlu görüntünün altındaki o melankolik bohem hayata bir katre gıpta duymayız ki kıskanalım.Sebep üzüntüdür onlar adına.Başkasının günahına ağlayan adam gibi.Sebep acziyettir.Hem onların ki hem sağlam duramadığımızdan kendimizinki.Aşkla bu eylemleri yan yana konuştuğumuz için.

                Diyemiyoruz ki ne halleri varsa görsünler.Günahlarının karşılıklarını alırlar nasıl olsa bırakınız yapsınlar diyemem.Zerre kadar katlandığım onu düşünme süresi için onu birazcık önemli görüp güzel sıfatlara layık bulduğum için diyemem ne halleri varsa görsünler.Görmesinler.Acizliğimin ve onun tabiriyle zayıf karakterliliğimin göstergesidir ve kabulumdur.Kapatılsın bütün meyhaneler.Onları da beni de günaha sokmamak için yeterli param olsaydı alırdım kolonya dahil içinde alkol bulunan bütün içecekleri.Sabır sınavımıza katlanmak için yapamıyoruz tabi ki.Olsun.Aşk bunlara gebe.Sürekli kafa dalgınlığı sonu olmayan düşünceler cart curt.O yüzden idealleri olan ülküsü olan insan aşık olmaz bu zırvalarla harcayacak vakti olmaz.Kendini terbiye etmiştir benliğin boş arzularına acıkmaz artık.Dünyevi, cismani aşkı aramamak dileğiyle.Sadakatimiz yalnız fikire bilgiye olsun.Bağlılığımız değerlerimize olsun.Karıya kıza değil.Boşver evlenirsin nasılsa.

7 Mart 2013 Perşembe

Ata'm de


            
                Mete Han gibi birine atam de ki M.Ö. 200'lerden beri bütün dünya orduları onun kurduğu düzenli onluk sisteme göre olsun.Bütün cihana askerlik sanatını öğretmiş olsun.Attila gibi birine atam de.De ki atam dediğin kişi "Tanrının kırbacı" yakıştırmasına layık olsun.Roma'ya bütün avrupaya kök söktüren biri olsun.Atam de.De kardeşim yüksek sesle söyle korkma kınarlarsa kınasınlar seni.Sen bismillah dedin atam demeden önce.Sırtını Allah'a verdin korkma hiçbirşeyden hiçbir insandan.Sen ev sahibinin arkadaşısın sahibin halifesisin korkma utanma bağırarak söyle.Atam Hunlar Göktürkler de.Kendisinin 50 katı nüfusa sahip bir millete binlerce kilometrelik duvar ördürten bir millet çünkü senin atan.Kanın deli akar senin.Gocunma atalarından mirasdır.Orta Asya dar geldi onlara kafkasyaya avrupaya mezopotamyaya aktılar akın akın.Dört duvarın sana dar gelmesi normaldir.Çık gez yürü çünkü görmediğin bilmediğin yer senin değildir.Çekinme Göktürk benim atam demekten.Onlar ki başbuğlar Kür Şad olan nesillerdir.40 yıl zor dayandılar istiklal hasretine Kür Şad atam dahil 40 çeriyle bastılar 1000 muhafızlı Çin sarayını.Arslanlar gibi bozkurtlar gibi çarpıştılar da misillerini de yıkmadan devrilmediler yere.

                Satuk Buğra'ya Gazneli Mahmut'a atam de.İsimlerini che kadar castro kadar duymamışsındır belki ama atandır.Biri İslam'ı ilk kabul eden hakan diğeri ise Hindistanı İslamlaştırmaya gönül bağlamış büyüğümüzdür ruhları şad olsun Allah rahmet eylesin.Tuğrul atam Çağrı atam.Ah bir görseydim yiğit yüzlerini.Ordularında vasıfsız bir çeri olsaydım.Çağrı Bey'imin akıncı kollarında kavmimden Anadoluma ilk ayak basanlardan olsaydım.Onlar ki bir atın iki kulağı gibiydiler.Çağrı Bey'imin oğlu Alpaslan atam.Keşke taş olsaydı o hançeri taşıyan şerefsiz haşhaşi.Çok erken geldi Alpaslan atamın eceli.Atam de en çok Alpaslan atama atam de.Onlar için değil kendin için.Övün gururlan gözlerinden yaşlar boşansın isimlerini her duyduğunda utançtan hicaptan.1000 yıl önce Alpaslan atamın misliyle Bizans ordusunu hallaç pamuğu gibi atarak ordu başlarını esir ederek aldığı Malazgirt ovasını kanla boyayarak aldığı o anadoluda birilerinin hak iddia etmesine göz yumduğun için ses çıkartmadığın için zulme baş kaldırmadığın için utan onlardan.Nasıl bakacaksın ahirette yüzlerine.Düşün.Sonra atam de içten ve sonra sevin.Titre.Titre ve sonra kendine dön.Atalarına dön onların miraslarının bilinciyle yaşa.Afşın atam gibi ol.Başbuğunun bir tek sözüne hayatında daha görmediğin denize kılıç değdirmeye git.Sevdiğini ananı babanı geride bırak Afşın Bey atam gibi.Sırf millet için.Ersagun Bey atam gibi.O önemsemedi bütün milleti tarafından hain olarak anılmayı.Başbuğunun tek bir lafıyla hain yaftasını yapıştırdı kendine girdi Bizansa Selçuktan size sığındım hristiyan oldum dedi içi kan ağlayarak ama milleti için tek tereddüt göstermeden.Milleti onu hain bildi ama o milleti için hain damgası yemeyi kabul etti.Sense "Ben Türkoğlu Türk'üm" desem bana kötü gözle bakarlar mı diye düşün.Hiç düşünmez misin niye yaşarım şerefim haysiyetim olan geçmişimi tek kalemde silersem diye.Düşün kardeş düşün en çok da göğsünü gere gere "Atam" de.

                Süleyman Şah atam.Kılıç Arslan atam.Kutlamış oğulları.Allah onlara rahmet etsin.Süleyman Şah'ım emrinde merkezden büyük ordusu, altında koskoca anadolu onun mülkü ama bir kez bile düşünmedi Melikşah'ına hükümdarı velinimetide başkaldırıp isyankar olmayı.Nefsine yenik düşmedi Allah korkusu vardı içinde bildi eğer o güveni boşa çıkartırsa Allah onu görür bilir hainliğini cezalandırır öbür dünyada.Verilen yetkiler askerler ordular milleti için kullanılmalı.Bildi Süleyman Şah'ım.Kılıç Arslan atam.Bütün avrupa şövalyeleri gençleri çapulcuları 600.000 kişi dile kolay.Yürüdüler Anadoluya.Vurup geçeceklerdi güya.İstanbuldan girdiler altı yüz bin kişi.Hatay'a İskenderun'a inene kadar eridiler bittiler.Kılıç Arslan beton bir yumruk gibi çarptı onlara.Gece baskınlarıyla vur kaçlarla gerilla savaşıyla.Kolay değil öyle aldığımızı bedavaya vermek.Neyle aldıysak o toprakları ancak aynı değerle geri veririz.

                En büyük darbeyide kendi soyumuz amcaoğlumuz halaoğlumuz vurdu bize.Harezm diyarından bir vurdu moğol.Selçuklu neye uğradığını şaşırdı.Ama o da o kadar kolay değil.Ahmet Yeseviler var.Yesevi talebeleri var Anadolunun dört bir yanında.Bedene vurdun bıçağıda ruha işler mi demir.İşlemedi de zaten.Şer hayırlara vesile oldu ve kuruldu Osmanoğlu.Bir gece görülen rüya ve çift başlı kartalın dünyaya hakim oluşu.Canlar feda olsun öyle rüyaya.Oldu da...

                Osman Bey atam görmeyecek de ben mi göreceğim bu günahkar ruhumla.O ki Edebali Şeyhimden Malhun Hatun'u istemeye gittiğinde kaldığı misafir odasında Kur'an-ı Kerimin önünde ayaklarını uzatıp da uyuyamamıştı.Keşke o çok istediği Bursa'nın fethini görseydi.Allah'ın takdiri...Atam de, bütün vücudun titreyerek gözlerinden yaşlar boşanarak atam de Fatih'e Yavuz'a Kanuni'ye.Cihada adanmış ömürler.Devlet için millet için 1000 yıl sonrasını düşünerek öldürülen kardeşler.Vur bakalım kardeşine şöyle okkalı bir yumruk.Yapabilir misin?İsteyerek hoşnut olarak mı yaptı atalarım.Allah onlardan sabırlarından razı olsun.Onlar düşündüler bin yıl sonrasını.Sense en azından yarın için bir plan yaptın devlet millet düşünerek?"Bizim kudretimizin ulaştığı yerlere onların hayalleri bile ulaşamaz."Gemileri karadan yürüttü Fatih atam.Hayallerin ulaştı mı?Hemde 500 yıl öncesi.Muhasara altındaki bir şehrin tam ortasından ve kimseyi uyandırmadan.Çünkü ya o alacaktı İstanbulu, ya da İstanbul onu.Bütün dünyanın gözbebeğini hediye etti Fatih atam nesline.Ömrü vefa etseydi İtalya'da papaya götürecekti tebliği ancak Allah'ın takdiri..Yavuz atam Kanuni atam.Tarih gördü mü acaba böyle bir baba-oğul.Anlatmaya kalemler kağıtlar anlamaya gözler kulaklar yetmez.Kanuni Sultanım.24000 adaya hakim Açe sultanı dedi biz tabiyiz sana.Daha yüzünü bile görmemişken.Selim oğlu Yavuz atam.Ahirette önünde elpençe divan dursam Allah nasib ederse...

                Sana daha kaç tanesinden bahsetmemi istersin utanmaman için.Barbarosu bilir misin?Akdenizde denizciyken Cezayiri fethetti gönüllüleriyle de zerre gurur yapmadan Osmanlı'ya verdi.Osmanlı'nın kaptan-ı deryalığını Cezayir sultanlığından üst tuttu.Piri Reis, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlana, Fuzuli, Evliya Çelebi, Nene Hatun, II. Abdülhamit, Bilge Kağan, İbn-i Sina, Dede Korkut, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Ali Kuşçu, Uluğ Bey, Mimar Sinan, Itri, II. Mahmut, III. Selim, Osman Hamdi Bey, Kazım Karabekir, Mustafa Kemal Atatürk onlarca, yüzlerce...

                Redd-i miras yapma tarihinden utanma geçmişini atma bir kenara.Tek servetin o.İnandığın değerlerin dayanağı onlar.Onlar olmalı.Bağır benim atalarım benim ceddim diye.Kimse susturamasın.Dil uzatanların kötü söz söyleyenlerin vur ağzına indir Büyük Osmanlı'mın tokadını çekinme.İstiyorlar çünkü, eskiyi yok etmek istiyorlar.Bütün kurumları tasviye etmek sana geçmiş her bir gününü unutturmak istiyorlar.Allah peygamber aşkına unutma bu tek dayanağın bu en temel.Ve asla ama asla umudunu kaybetme.Güçlü dur sağlam dur hiçbirşey yapamazlar sen yeter ki tevekkül et.1911'den 1922'ye kadar çoğu Atatürk önderliğinde yapılan savaşlarda kimlere karşı savaşıp da dimdik ayağa kalktığımızı sana saymamı ister misin.İtalya, Karadağ, Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan, İngiltere, Fransa, Rusya, Romanya, Ermenistan, Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada, Güney Afrika...Listenin eksikliği için özür dilerim.Ama bence bu kadarı bile sana cesaret vermiştir.Tek başımıza savaştık.Benim atalarım tek başına savaştı bu kadarıyla ve dimdik ayağa kalktı.Tıpkı Fatih Ata'mın aynı anda yirmi küsür devletle tek başına savaş edip gücünden bir damla bile kaybetmeden nesline bir cihan devleti miras bırakması gibi...

              İşte bunlar için Ata'm de hepsine.Çekinme...Kavmini sevmekten dolayı kimse suçlanamaz.Tanımı hakkında o kadar tartışılan Türk milliyetçiliğinin esası özü benim için budur.

10 Şubat 2013 Pazar

Ermeni Sorunu ve Tehcir

                2010'lu yıllardan 2020li yıllara kadar Türkiye ağır bir duygusal  sınavdan geçmeye mahkum.Bu durum 1912 Balkan Harbi'nin 100. yıl dönümüyle başladı ve halifeliğin kaldırılması gibi kökten devrimlerin 100. yıldönümlerine kadar sürüp gidecek.Ama her zamanki gibi Türk milleti kendi acısını sineye çeker duyurmaz.Nitekim Balkan Harbinin yıldönümünde de böyle olmuştur.Milletten gelen ne bir acı çığlığı ne bir iç çekiş duyuldu o acıları yaşayanlardan.400 yıllık anavatanlarını bırakıp da anadoluya göç etmek zorunda kalanlardan hiçbir serzeniş işitilmedi.Ne kendi ülkelerine ne de savaşı açan milletlere karşı.

                Şahsi kanaatim o yöndedir ki bu sancılı geçeceğini düşündüğüm 10 yılın en zor halkası 1915 tehcirinin yıl dönümü olan 2015 yılı olacaktır.Diasporanın faaliyetleri sonucu ülke zor duruma düşecek uluslararası manada baskıya uğrayacaktır.Bu süreçten sağlam ve başı dik çıkmak lazım gelir.Ermenilerin gelecek olan taleplerine karşı önlemler şimdiden alınmalı ve uluslararası camiada onların aksine bir kamuoyu oluşturmak elzemdir.Türkiyenin girişimleri milletlerarası bir komisyon oluşturulup tarafsız bir biçimde belgelerle, arşivlerle toplu mezarlarla bu sözde soykırım sorununun bir sonuca bağlanması yönündedir ancak ellerinde hiçbir belge olmadığı için diaspora ve Ermenistan devleti bu çözüm önerisine sıcak bakmamaktadır.

                E mademki bu tarafsız komisyonu tek taraflı oluşturacak ve Amerika Fransa İsviçre gibi diasporayı destekleyen devletleri etkileyecek gücün kuvvetin yok o zaman sorumluluğu tarihçilerin almalı.Allah'a şükür memleket tarihçiye aç değil.Tarihçilerimiz bu konu üzerine eğilip kitaplar yazsa arşivleri karıştırsa, gazetecilerimiz köşelerini boşluklarla magazin zırvalarıyla ve üç günlük gündemlerle doldurmayıp milletimiz üzerinde kamuoyu oluşturmaya çalışsa?Hani belki bunlarla büyük devletleri etkilemezsin ama kendi insanını kazanabilirsin belki.Hiç yoktan boş oturup baskıları beklemekten iyidir değil mi?

                Bu yazı akademik bir yazı değil ancak düşüncelerimizi desteklemek için soykırım iddiasının çıkışına ülkedeki ermeni sorununun kökenine inip en azından yüzeysel olarak önyargılardan uzak bir biçimde bakmak lazım.Buyrun bakalım:

                1828 Osmanlı-Rus Savaşı Ermeni meselesinin ilk ortaya çıktığı olaydır.Daha sonra 1877-78 Osmanlı Rus harbi Ermeni meselesinin iyice baş gösterdiği uluslararası anlamda sorun olduğu savaştır.Savaş esnasında Rus orduları Erzurum Kars taraflarına kadar geldi.Bölgede ermeni halktan destek gördü.Yani anlayacağınız aynı apartmanda aynı mahallede yaşayan halktan biri Türk bayrağıyla direnirken bir diğeri de eline Rus bayrağı alıp komşusunun evini yaktı.400 yıl beraber yaşadığı komşusunun evini ihbar etti.Daha dün beraber çay içtikleri komşusunun evindeki gizli altını mücevheri gösterdi.Kızlarını karılarını Rus subaylara teslim etti.Çeteler kurup bozgunculuk yaptı...Tabi ki yıllarca millet-i sadıka diye anılan Ermeni halkının o dönemlerden itibaren hıyanetinde bir neden aramak gerekir.Bu neden Rus etkisinde bulunan Ortodoks Ermeni kilisesinin faaliyetleri, Rus casusların bozguncu uygulamaları balkanlardaki halkların özerklik ve bağımsızlıklarını kazanmaları sonucu bağımsızlık isteği olarak anlatılabilir.

                93 Harbinin Osmanlı için hem doğu hem batıda ne kadar yıkıcı ve acı bir savaş olduğu malumdur.O yüzden bu anlatılanlar basit romantik laflardan öte gerçeği ifade eder.Akademik bir yazı olmadığını baştan belirttim o yüzden kaynak, dipnot vermiyorum.Herhangi bir yerde yanlışım olduğunu düşünenler araştırıp yanlışımı bana da gösterebilirler.

                93 Harbi sonucunda Osmanlı için gerçekten ağır sonuçlar doğuran Ayestefanos antlaşması Osmanlı heyeti tarafından kabul edildi ancak bu anlaşmayı ne Abdülhamit onayladı ne de Rusya'nın bu kadar güçlenmesi İngiltere'nin hoşuna gitti.Dolayısıyla antlaşma uygulama alanı bulamadı.Ayestefanos anlaşması Osmanlı döneminde Sevr ile beraber ölü doğan iki anlaşmadan biridir.Ancak bu anlaşmanın ölü doğması bize kıbrısa mal olmuştur.Neyse konumuz bu değil..Von Bismarck'ın başkanlığında Berlin'de yapılan toplantıda Ayestefanosa göre nispeten daha hafif yaptırımlara haiz Berlin anlaşması imzalandı.

                Bu anlaşmaların Ermeni sorunu bakımından önemleri şuradan ileri gelirki: 93 Harbi sırasından doğu anadoluda Ermenilerin Türkler üzerindeki psikolojik ve cebri faaliyetlerine değinmiştik.Hatta bu faaliyetler için şimdi sözde Ermeni soykırımını savunan Fransa'nın o dönem ki komutanlarından Romieu Fransa savaş bakanlığına gönderdiği raporunda 1878 ve ilerleyen yıllarda Ermeni çetelerinin Türklere karşı terörist faaliyetlerde bulunduklarını ve nefret beslediklerini belirtmiştir.Anlaşmalara dönecek olursak uygulanmayan Ayestefanos anlaşmasının 16. maddesinde:

                "Ermenistan'dan Rusya askerinin istilası altında bulunup Osmanlı Devletine verilmesi gereken yerlerin boşaltılması oralarda iki devletin dostane ilişkilerinde zararlı karışıklıklara yol açabileceğinden Osmanlı Devleti Ermenilerin barındığı eyaletlerde mahalli menfaatlerin gerektirdiği ıslahat ve düzenlemeyi vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin Kürtlere ve Çerkezlere karşı güvenliklerini sağlamayı garanti eder"

                Berlin anlaşmasının 61. maddesi Ayestefanos'un 16. maddesini şu hükümle değiştirmiştir:

                "Osmanlı hükümeti, halkı Ermeni olan eyaletlerde mahalli ihtiyaçların gerektirdiği ıslahatı yapmayı ve Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı huzur ve güvenliklerini garanti etmeyi taahhüt eder ve bu konuda alınacak tedbirleri devletlere bildireceğinden, bu devletler söz konusu tedbirlerin uygulanmasını gözeteceklerdir."

                Ruslardan bağımsızlık en azından özerklik bekleyen Ermenileri pek de tatmin etmeyen bu maddeler yinede Ayestefanos'da Ermenistan kelimesinin kullanılması 61. maddede ise Ermenilerin güvenliğinin diğer devletlerin gözetiminde olması, yinede Osmanlı açısından gurur zedeleyici maddelerdir.Ve 1828 Osmanlı Rus savaşında yine aynı olaylara yol açan ermeni sorununun bu sefer uluslararası boyut kazanmasıdır esas sorun.

                1887 yılında sosyalist ılımlı militan Hınçak Cenevrede 1890'da ise Tifliste aşırı, terör, isyan yanlısı Taşnak kurdurulmuştur.
                İlk isyan 1890'daki Erzurumda gerçekleşmiştir.Bunu yine aynı yıl meydana gelen Kumkapı gösterisi, 1892-93'te Kayseri Yozgat Çorum ve Merzifon olayları 1894'te Sasun isyanı babıali gösterisi ve Zeytun isyanı 1896'da Van isyanı ve Osmanlı bankasının işgali 1903'de ikinci Sasun isyanı 1905'te Sultan Abdülhamide suikast girişimi ve nihayet  1909'da gerçekleşen Adana isyanı izlemiştir 1914'de Zeytun'da 100, 1915 Van olaylarında 3000, ve 1914-15 Muş olaylarında 20000 Türk; Ermeni mezalimi sonucu hayatlarını kaybetmiştir.
                Ve Osmanlı bu olaylar esnasında tarihinin en kanlı, en acı dönemine girmişti.1912 yılından başlayıp 1922'de sona eren 10 yıl süren Birinci Dünya Savaşı bizim için başlamıştı.Ölüm kalım mücadelesine girmiş tarih sahnesinden silinmeye direnen Osmanlı Devleti bir de içeride sadık milletinden tokat yiyordu.Konya'da Trabzon'da nice isyanlar Osmanlı kuvvetlerince bastırıldı nice silahlar ele geçirildi.





                Ermenilerin taşkınlıklarından bıkan halk sopayı kazmayı alıp tüfekli tabancalı Ermenileri kovalamıştı İstanbulda.600 Ermeni militanın etkisiz hale getirilmesi bize 1200-1300 vatandaşımıza mal olmuştu.Bize bunun hesabını sormaya kalkan İngiliz elçisine Abdülhamit Ermenilerden ele geçen silahları gösterip susturmuştu.

                Bu ve buna benzer onlarca olaylar esnasında ülke Birinci Dünya Savaşına girmiş yedi düvelle çarpışıyordu.Ölüm kalım mücadelesi veren köklü devletimiz içeride artık Ermeni zulmünden bıkmış vaziyettedir.Durumu kurtarmak ve içeride bir ihtilale mahal vermemek için Cemal ve Talat paşalar çok zor bir karar vermiş ve 1915 Tehcir yasasını çıkartmışlardır.

                Anadolunun Osmanlı ülkesinin dört bir yanından sayısı ihtilafta olan ancak ortalama rakamlarla 400 000 Ermeni toplanıp Osmanlının o dönem ki savaştan uzak bölgesi olan Halep taraflarına gönderilmesi kararıdır Tehcir yasası.Çok zor bir karardır.Ancak zorunlu alınmış bir karardır.Kararın neden alındığına bakmak gerekir.1828'lerden beri 80-85 yıldır sabredilen bir terör söz konusudur ülkede.Yedi düvelle çarpışırken Osmanlının bir de içerideki terörle uğraşacak ne maddi ne askeri durumu vardır.Tekrar ve tekrar söylüyorum zorunlu alınan çok zor bir karardır tehcir yasası.

                Ülkenin dört bir yanından toplanan 400 000 Ermeni kafileler halinde Halep'e doğru göçe zorlanmıştır.Dönemin şartları gereği ülkenin o fakirliğinde yolda tifüs gibi bulaşıcı hastalıkların baş göstermesi açlık gibi sebeplerle insanlar ölmüştür.Asker kaçağı binlerce Türk ve Kürdün bu kafilelere baskın vermesi ve Ermenileri kırması gibi tatsız olaylarda meydana gelmiştir.Dolayısıyla bu 400 000 göçmenin tamamı Halep'e ulaşamamıştır elbet.

                Devletin yol güvenliğini sağlayamaması durumu da vardır tabi ki.Ancak zamanı iyi değerlendirmek gerekir.Tarihi olayları yorumlarken günümüz şartlarına göre tavır alamayız.Osmanlı'nın içinde bulunduğu durum belki de Türk tarihinin en kara dönemiydi.Trablusgarp ve Balkan Savaşları'ndan henüz çıkmış 1. Dünya Savaşı'nın içerisinde fakir ve yıkılmak üzere bir devlet ölüm kalım mücadelesi veriyor.1 milyon 950 bin civarı ordumuz mevcut bunun 300 bin civarı kaçmış dağda ovada eşkiyalık yapıyor.Hangi kuvvetle iç asayişi sağlayağız ve hangi kuvvetle göçmen Ermenileri koruyacağız.

                "Eğer kuvvetin yoksa tehcir yasasını çıkarmasaydın" gibi bir argüman gerçekten saçma olur.Bütün yazı boyunca tekrar ettiğimiz artık devletin tahammülünün kalmadığı ve zorunda kaldığı gerçeğini tekrar etmek zorunda kalmayalım.

                Ayrıca Osmanlı'nın sistemli bir soykırım politikası izlemesi tehcirden çok daha kolay olurdu eğer böyle birşey yapsaydı.Trabzon'dan Konya'dan Muş'dan Van'dan İstanbul'dan Ermenileri toplayıp Halep'te birleştireceğine hepsini olduğu yerde öldürürdü ve savaş zamanıydı deyip işin içinden de çıkabilirdi.Tehcire zorlamak hem devlet için daha zor hemde daha masraflı bir iş olurdu diğerinden.

                Tehcir olayından sonra ise Ermenilerle gerçekten savaşan bir Türkiye var karşımızda.1828 Osmanlı Rus harbinde, 93 Harbinde içeriden devletine darbe vurmaya kalkan Ermeni ile Kurtuluş Savaşı'nda son ve gerçek savaşımızı verdik.Kazım Karabekir'in 80 000 kişilik ordusuna karşı cephede silahlı 130 000 kişilik Ermeni ordusu mevcut.Kim Ermeni'nin masumluğundan söz edebilir böyle bir durumda.

                Kurtuluş savaşından sonra da Taşnak terör örgütü yenildiğini kabul etmiş ve çekilmiştir.1960'lara kadar da ülkede Ermeni sorunu diye bir sorun gündeme gelmemiş.Ta ki 90 yaşında şizofren bir Ermeninin Los Angeles'da iki diplomatımızı öldürüp daha sonra kendi kafasına sıkana kadar.Bu olaydan sonra da ASALA örgütü ülkemizin başına bela olmaya başlamıştır.

                100 yılı aşkın süredir kendilerinin büyük devletlerce kullanıldığının farkında olmayan belki de farkında olup da işlerine böyle geldiği için eyvallah çeken Ermenileri  20. yüzyılda ASALA adı altında kullananlar; işleri bitince kendi elleriyle bu örgütü bize Yunanistanın NATO'ya girmesine evet oyumuz karşılığında teslim ettiler.ASALA terörü de böylece bitti.ASALA meselesine derinlemesine girmiyorum şimdilik.Belki bu da başka bir yazının konusu olur.

                Umarım tehcir meselesi hakkındaki nacizane düşüncelerimi size anlatabilmişimdir.Umarım sıkmamışımdır ancak tekrar ve tekrar söylemek istiyorum ki tehcir çok ama çok acı bir olaydır.Kurunun yanında yaş da yanmıştır ve alınması çok ama çok zor bir karardır.1820'lerden bu yana bu milletin başına bela olan ermeni terörüne gösterilen sabır ve sebat takdir edilmesi gereken bir davranıştır.Bizim onları yargılamamız ne kadar doğru ne kadar sevap ne kadar günah bilemem ama günümüzde el atılması gereken bir mesele olduğu kesin.

                Son olarak anlayamadığım nokta ise şu.19. yüzyıldan bu yana büyük devletler düşmanlarını güçsüz duruma düşürmek için devlet içerisindeki etnik grupları kullanmışlardır.İngiltere ve Rusya Ermenilerden sonuna kadar yararlandılar.Abdülhamit IRA'dan yararlandı şu anda da herkesin bilindiği üzere Kürtlerden yararlanılıyor.Yani bu kadar mı insanların kafası çalışmıyor.Kullanılmaya insanlar nasıl razı olur hele ki milliyetçi bir ideoloji benimserken.Yazık Türkiye'ye ki hala böyle küçük sorunlarla uğraşmak durumunda.

                Ermenilerin kendileri de biliyor soykırımın yalan olduğunu.Gelin oturalım tartışalım bakalım var mı yok mu dendiğinde yanaşmıyorlar tek bildikleri 4T denilen istek planı.E tabi günümüzde yapılması gereken bu; mertlik değil para yoluyla devletleri dize getirip devlet politikalarını yönetmek, ısrar ve tehdit yoluyla görüşleri empoze etmek.Baktığın zaman 3 milyonluk Ermenistan dış dünyaya açılmak için Türkiye devletine ve sınır kapısına muhtaç.Ancak yıllarca yönettiğimiz o halk şu anda bizden hesap soruyor.Gerçekten acı.

                Sözde soykırımı kabul etsek bile dünya üzerinde hiçbir yerde savaş zamanı yapılan bir uygulamanın hesabı 100 yıl sonraki halktan sorulmamıştır sorulamazda zaten.Şu anki Yahudilerin şu anki Almanlara herhangi bir düşmanlığı olduğu görülmüş duyulmuş şey midir?Amerikanın esas sahipleri olan Kızılderililer'den şu anda kıtada yok denecek kadar az kalmıştır ancak hesabını kim soruyor.Ermenistan'ın Karabağ'daki katliamlarından kimler haberdar?Doğu türkistan'da yapılan Çin zulmü kimin umrunda?

                Hadi diyelim ki Türkün düşmanı fazla her türlü pislik üstümüze atılır durumda çıkar çatışmaları sonucu.Peki bu ülkenin kendi evlatları özbeöz türk oğlu türk o niye atar bize bu pisliği?Modern olmak adına çağdaş eşitlikçi olma adına mı kabul eder bu sözde soykırımı."Hiç inkar etmeyelim öldürmüşüz bizde" cümlesini nasıl içi alır da midesi bulanmadan söyleyebilir hemde pis pis sırıtarak.Ahirette o zulüm görmüş atamızın ninemizin yüzüne nasıl bakar.Gece yattığında burada benim anlatamayacağım kadar terbiyesizce ahlaksızca öldürülen işkence edilen toplu katliamlar yaşatılan halkım milletim gözünün önüne gelmez mi?Vicdanına şu kadarda sızlamaz mı o çağdaş modern eşitlikçi arkadaşın?neyse...

                Şu anda 4T'nin tanıtma ve tanınma politikaları üzerinde yoğunlaşmaktalar.2015 ve sonrasında toprak ve tazminat taleplerinede hazırlıklı olmamız gerekmekte...

                Söyleyeceklerim bu kadar.İlk yazımda bilmeyerek yalan veya yanlış şeyler söylediysem Allah affetsin.