26 Temmuz 2014 Cumartesi

Milliyetçilik ve Küreselleşme

                İnsanı insan olduğu için sevmek insanlıktır. İnsanı kendi kanından olduğu için sevmek ise ırkçılık. Biz milliyetçiler, "Yaradılanı sevdik Yaradan'dan ötürü" diyen Yunus Emre'lerin; "Gel ne olursan ol yine gel" diyen Mevlana'ların yoğurduğu kültürün sahiplenicileri olarak tanımlarız kendimizi. Nasıl ki 40 yıl önce ağabeylerimiz komünist güruha karşı kalem ve kılıç ile savaş verdiyse bugünün savaşı da bu ön kabuller ve tanım çerçevesinde beynelmilelciler, tatlı su hümanistleri ve sözde demokratlara karşıdır.
                               
                Yaradılan'ı Yaradan'dan ötürü sevme anlayışı Batı ile değişik sahalarda yaşadığımız 700 yıllık çarpışma sonucu aydın kesimin geçirdiği bunalım ile yozlaştı. "Milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemin" dizesiyle özetlenebilecek boyut ile bu yozlaşma ilk sağlam adımını attı. Bu durum 10 yıllık büyük bir ölüm kalım savaşından çıkan ve kendinden başka müttefik bulamayan bir milletin kendi milliyetçiliğine düşman olması ile günümüze kadar geldi. Asla kendisine saldırılmasını beklemeyen Türk milliyetçileri ise kendilerini savunma durumuna düştüler ve bir milletin efradının neden milletini sevmesi ve onun kültürünü yüceltmesi gerektiğini anlatmak gibi saçma ve gereksiz bir kavganın içerisine girmek zorunda kaldılar. Bu kavga  Erol Güngör, Cemil Meriç, Galip Erdem, Nevzat Kösoğlu gibi güçlü kalemlerle sağlam bir şekilde verildi ve malum tafsilatlı olarak ilan edildi.

                Bizim anlatmaya çalışacağımız nokta; günümüzde "Neden milliyetçi olmalıyım?" diye kendisine soran iyi niyetli akranlarımıza, ve milliyetçiliğe antitez olarak "Küreselleşen dünyada ne milliyetçiliği" tarzı muhtelif yorumlara karşı bir bildiri niteliğinde olacaktır.

                Öncelikle neden milliyetçi olmalıyım gibi bir soru yoktur. Milliyetçi kendini Türk hisseden ve Türk kültünün geliştirilmesi için çalışana denir. Tanımın içindeki "his" kelimesi önşarttır. Nasıl ki aşık olmak bir his işidir ve nedensizdir. Önündeki engelleri tanımaz, ne olursa olsun o aşkı kendi içinizde yaşarsınız; neden aşığım gibi bir soru sorup kendinize sebep aramazsınız. Milliyetçilik de milletini sevmek ve kendini Türk hissetmek ise sonradan cevaplanan sorular ile ikna olmak söz konusu değildir. Yani siz aklınızı kontrol edebilirsiniz ancak duygular kontrol edilemez. Heyecanlı iseniz mevcut bulunduğunuz durumun heyecanlanacak bir durum olmadığını kendinize akli kanıtlar ile telkin ederek heyecanınızı yatıştıramazsınız. Bu piramitte önce duygu sonra düşünce, önce his sonra akıl gelmektedir. Hissi işin içine kattığımız için bilimsel olmadığımızı iddia edenler olursa  eğer; milliyetçilik sosyolojik bir olgudur. İnsanın ana araştırma konusu olduğu bir bilim dalında hissi dikkate almak mı daha bilimseldir yoksa almamak mı? Cevabınız sizin bilimselliğinizi belirleyecek.

                Milliyetçilik bir sevme ve sevdiği uğrunda ter dökme onun uğrunda çalışma işidir. Maşuk ise milletin muhtevası ve onun kültürüdür. Milletinin maddi manevi ihtiyaçlarını karşılama aracı olan kültürü münevver nezdinde geliştirme ve onu halka aktarma; halka ne istemesi gerektiğini öğretme değil onun esas isteklerine uğraşmadır kültürü yüceltmek. Bunun birtakım araçları vardır. Tarih boyunca bir bayrağın peşinde giden ve bayrağın dalgalanmadığı toprağı vatan kabul etmeyen Türk'lerin birincil ihtiyacı her zaman için devlet olmuştur. Tabiri caizse müslümanın cenabet dolaşamadığı gibi Türk de devletsiz rahat edemez. Bunun faydacı ve bürokratik sebeplerini bir tarafa bırakırsak, yukarıda zikrettiğimiz kültürü koruma işlevini 2700 yıllık Türk tarihinde 20. asra kadar ancak Devlet yapmıştır. Türkler için devlet, kültürü korumak için vardır. Devlet milletin somutlaşmış halidir ve millete karşı yapılan saldırıları bir kalkan olarak devlet göğüsler. İşte 2700 yıldır kabul edilen bu anlayış sebebiyle Devlet Türk milliyetçileri için kutsaldır ve milleti için çalışmak isteyen, onun yücelmesi için uğraş veren her fert bunu devlet aracıyla yapar. Esasında bu saydığımız, anlatmaya çalıştığımız her şey kültürdür zaten. İşte Türk milliyetçileri kendi kültürünü anlatmak zorunda bırakılma gibi trajik bir davanın neferleri durumuna düşürülmüştür.

                Milliyetçiliğe karşı küreselleşmeyi antitez olarak sunanlar için bir sorumuz olacak. Küreselleşme dediğimiz kavramı kültür meselesinde mi algılamalıyız yahut medeniyet çatısında mı. Kültürün tanımını yukarıda yaptık. Bu tanıma kültürün, kimlik sahibi ve milli bir mefhum olduğunu ekleyeceğiz. Medeniyet bir kalıba oturtulmuş değildir. Bilgisayar her millet için aynıdır. Matematikte milli farklar yoktur. Bilim yerel farklılıklar sonucu bir şekle girip yöreye göre biçim almaz. Türkiye için her zaman tartışma konusu bu olmuştur zaten. Batılılaşma konusu tartışılırken "Batının tekniğini almalı iken ahlakını aldık" klişesinin kaynağı bu kültür ve medeniyet ayrımı noktasıdır. Türkiye toplumu hakkında kıymet hükümleri verirken mutlaka sahip olunması gereken donanım, kültür ve medeniyet kavramlarına vakıf olmaktır. Sağcı-solcu, milliyetçi-beynelmilel... gibi dünya görüşlerinin Türkiye'deki kaynağı işte tam bu nokta.

                Kültür ve medeniyet hakkında küreselleşme manasında yanıldığımız bir diğer önemli husus ise yeni ve eski meselesidir. Çok defa milliyetçilerin "gerici" diye yaftalanmalarının sebebi burasıdır. Dikkatinizi çekerim: Medeniyet dikey bir binadır. Üzerine konulan her yeni parça onu büyütür, yüceltir. Otomobil at arabasından iyidir, yeni bir iletişim aracı olan telefon mektuptan iyidir, yeni bilimsel keşif eskisinin üstündedir, yeni bir icat hayatı kolaylaştırır eskisinden kullanışlıdır vb. Yani yeni olan her şey medeniyet alanında hep ileri istikamettedir. Ancak kültür konusunda yeni her zaman iyi demek olmayabilir. Kültür yatay yapılı bir mekanizmadır. Onun ilerlemesi değil güzelleşmesi gerekir; ki kimi zaman eski olan kültür aygıtı yeni getirilenden daha güzeldir, bu yüzden eskisi tercih edilir. 16. asırda yapılan Süleymaniye Camii günümüzden 500 yıl önce yapıldı, mimari teknik olarak günümüzden geri idi ancak estetik olarak günümüzden ileridir. Şeyh Galip 18. asırda yaşamış olan bir şair olup günümüz şairlerinden eski olmasına rağmen şiirleri çok daha güzeldir. 

                Yeni dediğimiz şey daha biz onu yeni olarak tanımlarken bile yeni olmaktan çıkıp eskiler arasında sonuncu olmuştur bile. Milliyetçiliği reddetmek; bir ayağını eskiden, kadimden çekmek bütün bir kültür ve tarihi red manasına gelir. Tarih şuuru milliyetçilerde bu yüzden yüksektir. Milliyetçiler her anın eskiye karıştığı zaman denizi içerisinde, zenginliğinden faydalanacağı bütün bir birikimi kucaklar. Beynelmilelcilerin kültür-medeniyet ayrımını yapmamaktan kaynaklanan eskiye külliyen sırt çevirmeleri veya iyimser tabirle kültürü ve eskiyi yeterince önemli bulmamaları biz milliyetçiler ile aralarındaki en büyük farklardandır.

                Milliyetçiliğin karşısına küreselleşmeyi koyanlara karşı melalimizi bir türlü anlatamadık. Bu yüzden hep gerici damgası yedik ve bu yaftadan hiç bir gün gocunmadık. Kültür meselesinde bugünkü yozlaşmaya karşı "gerici"liği bir şeref madalyası gibi taşıdık. Küreselleşme dediğimiz şey mesafelerin kısalması, iletişim imkanlarının artması bunların sonucu olarak ekonomik, ticari ilişkilerin artması ve kolaylaşması idi. Ancak ne zamanki televizyonlar evimizin başköşesine geçti, o dikdörtgende gösterilen "imrendirici" hayatlar, yoğunlaştırılmış yaşam telkinleri ve dayatılan popüler kültür küreselleşmeyi bir kültür istilasına çevirdi. Küreselleşme denilen şey Batı kültürünün herkesin evinin içine izin almadan girmesi haline geldi. Faydası olduğu için değil herkesde olduğu için alınan televizyonlar, yine faydası için değil herkes izlediği için izlenen programlarla insanları uyuttu. İnsanlar hem bu uyuşukluktan ötürü hem de toplumdan dışlanma korkusuyla bu düzene aykırı davranmadılar ve kabul ettiler.

                Yeni küresel düzen şehirde idi. Sanayileşmesini tamamlayamamış tarım toplumlarında zorunlu şehirleşme ve köyden şehire göç bir kültür ikilemi yarattı. Şehirler içerisinde bambaşka kültürleri ile varoşlar ve gettolar oluştu. Bizim gibi ne sanayi toplumu olabilmiş ne de tarım toplumu olarak kalabilmiş milletlerde bu ikilem ve istila kaçınılmaz bunalımı getirdi beraberinde. Ve işte bugün en temel değerleri bile tartışır duruma gelmiş bulunuyoruz.


               Küreselleşme sınırları kaldırdığını iddia etti. Nitekim ticarette gümrük anlaşmaları ve televizyon-internet ile bunu başardı. Ancak bizim lafızlarda yaşayan aydın büyüklerimiz "sınır yoksa devlet yok, devlet yoksa millet yok!" dediler ve küreselleşmenin -Tarık Buğra'nın tabiri ile- "tabii müttefikleri" olarak devlete de millete de düşman kesildiler. Küreselleşmenin yılmaz savunucusu iken kültür istilasının da müdafileri olduğunun farkındalar mı bilemiyorum. Ancak nasıl ki biz "Batı'nın iyi yanlarını almalıydık" diyerek büyüdü isek bizden sonraki nesillerde "Küreselleşmenin iyi yanları..." meselesini tartışacaklar sanıyorum. Ve bu tartışmanın muhtevası: milli kültür, kültür istilası, popüler kültür, milliyetçilik ve bağımsızlık olacak.