22 Eylül 2013 Pazar

Okul bahçesi

                Öğrenciler okulun bahçesinde müzik açmış eğlenirken "Bunda mutlu olunacak ne var bu kadar?" diye düşünmekten kendini alamıyordu. Öğrencilerin başarılı olabilmesi için okula gitmemesi gereken liyakat düzeninin sonucu olarak devamsızlık ve rapor haklarını saklayan 12. sınıf öğrencilerinin bu hakları kullanmak üzere okula son gelişleriydi. Bunu da kutlamaktan geri kalmıyorlardı.
               
                Okul binalarının iki kenarını çevrelediği  geniş okul bahçelerinde toplanmış öğrenciler sürü psikolojisinin ve son gün olmasının etkisiyle işi biraz abartmışlar hatta bütün lise dönemi boyunca otoritesiyle bilinen müdür yardımcısını asker uğurlama eğlencelerinde yapıldığı gibi havaya atıp tutmaya başlamışlardı. Onur iğrenerek bakıyordu hepsine. Ayrılığın olduğu yerde eğreti duran birşey varsa o da mutlu olmaktı ona göre. Her yerde her durumda mutlu ve neşeli olmak haksızlıktı. Olayların ve duyguların hakkı verilmeliydi. Nasıl cenaze evinde kahkaha atarak gülmek çıkıntı duruyorsa ayrılık durumu yaşanırken de sevinçli olunmamalıydı. Ve şu an okul bahçesindeki tezat durumun hakkı da öfkelenmekti. O da öyle yaptı.

                Okulun içerisine girebilmesi için önce eğlenen kalabalık grubu yarması gerekiyordu. O kolay işti ancak ayakları her zaman ki gibi yedi ay önce ayrıldığı sevdiğinin olduğu taraftan geçmeye yöneldi. Aptallıktı, yolu daha da uzatıyordu bunların farkındaydı ama ayrılık cenderesi içerisindeyken bunlar umrunda değildi. Okula girmekteki amacı neydi ki sanki. Sigara içmek mi? Sözde sebep oydu ama 10 dakika önce içmişti zaten.  Ona yakınlaşmak, ona kendini göstermek, 7 ay sonra belki kokusunu duymak için bir bahaneydi sadece.

                Girdi okula. Tuvalete doğru yönelirken arkadaşlarıyla karşılaştı. Arkadaşları Onur'un suratını o halde gördükleri anda anlarlardı zaten ne olduğunu ve ne olacağını. Kalabalık olmamak gerekti. Bir kişi  verilirdi yanına ve diğerleri de keyifleri kaçmış bir şekilde beklerlerdi. Ömer'le birlikte girdiler tuvalete. Birer sigara yaktılar. Ömer tedirgindi. Birazdan olacak şeyleri tahmin edebiliyordu. Ne yapması gerektiğini biliyordu ama esasında çok da yapacak birşey yoktu. Üzülüyordu arkadaşına. Merve de onun arkadaşıydı. Hatta tanışmalarına o vesile olmuştu ama Onur'un bu hale geleceğini bilseydi kesinlikle yapmazdı  bunu.

                Ömer bu düşüncelerdeyken Onur bir anda kendini tuvalet kabinine kapattı. Olacağı belli olan şey olmaya başlamıştı. Son yarım saattir sağ bacağı seğiriyordu zaten Onur'un. Son on dakikadır ise elleri titriyor ve kanı çekilmeye başlıyordu yavaş yavaş. Kalbinin atışlarını duymaya başlamıştı yavaş yavaş. Arada bir göğüs kafesi sıkışmaya ikişer saniyeliğine nefes alamamaya başlamıştı. İşte bunların hepsi haberciydi. Arkadaşları da bunu bildikleri için bir kişiyi gönderirlerdi yanına. Çok kişi olurlarsa eğer Onur'un kendini o halde gösterip kötü hissedeceğini biliyorlardı. Kendine zarar vermemesi için bir kişi sadece.
               
                Kabinin içine girmeliydi Ömer. İçerden bastırılmaya çalışılan inlemeler ve bağırmalar geliyordu. Her an kafasını duvara vurabilir. Yumruk atabilir kapıyı kırabilir kendine zarar verecek birşey yapabilirdi. Çünkü arkadaşı kendine engel olamıyordu nöbetlerinde biliyordu bunu. Bu öfke patlamalarını 1 sene önce ilaç tedavisi ile çözmüşlerdi ama olağanüstü durumlarda Onur'un kafasının içinde bir yerlerden  çıkıyordu işte. İdare etmek zorundalardı. Onur da arkadaşları da.

                Yan kabine girdi Ömer, duvarın kenarındaki musluğu kendine basamak yaptı ve tırmandı. İki kabini birbirinden ayıran duvarın tepesine çıkmıştı. Ordan Onur'un olduğu kabine atladı hemen. Bir kaç yerini kesip çizmişti ama olsundu o kadar. Onur kapıya yaslanmış şekilde acınacak haldeydi. Gözleri kıpkırmızıydı. Ağlamamıştı ama gözpınarlarında ne kadar gözyaşı vardıysa akıtmıştı olanca suratına. Kalp atışları o süre içerisinde çok hızlandığı için kolları ve bacakları zangır zangır titriyordu. Hayır titreme denilemezdi buna. Sarsılıyordu. Nefes alış-verişleri bir hırıldama ve inleme şeklindeydi. Ömer yapması gerekenleri yaptı. Onur'u biraz sakinleştirdi kendine gelmesini sağladı ve kaldırdı. Elini yüzünü yıkadılar ve tansiyonunun düşmesi için birer sigara daha yaktılar.

                Onur yüzü bembeyaz olduğu halde "Gidiyor abi" dedi. Ömer vereceği cevabı düşünürken Onur lafa devam ederek Ömer'i kurtardı. "Gidiyor hem de hiç içi acımadan. Bana bir hoşçakal bile demeden. Sanki hiçbirşey yaşamamışız gibi. Ben burda bu haldeyken Allah kahretsin o dışarda o yavşaklarla beraber oynuyor kahkaha atıyor gülüyor Ömer!" Lafını bitirdikten sonra sigarasından büyük bir nefes çekip attı ve çıkmaya yöneldi. Ömer peşinden gelecek oldu ama Onur istemedi. Ömer arkadaşının yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu anladı, diretmedi.

                Bahçedeki kalabalık dağılıyordu yavaş yavaş. Herkes üçerli beşerli gruplar halinde okuldan ayrılıyordu bir daha gelmemek üzere ve hiçbirisi de birazcık olsun üzülmüyordu. Onur da okulun çıkış kapısına yakın bir yerde ağaçların olduğu yürüyüş yolunda banklarda oturuyordu tek başına. En çok da insanların üzülmeyişine şaşırıyordu hala. En çok da Merve'nin üzülmeyişine. Ve Merve'yi bekliyordu. Kendisi görülmeyecekti çıkış kapısından ama o görebiliyordu. Gidişini izleyecekti. Umutla izleyecekti. Merve'nin gözlerinin kendisini aramasını umut edecekti. Sadece bir kere etrafına baksaydı da olurdu. O da yeterdi sadece. Birazcık üzülmesini istedi sadece. Birazcık içinin burulmasını. Onu görmek istedi. Onu umut etti.

                Onur gözyaşları içerisinde çıkış kapısını gözlerken bunları düşündü ve Merve'yi gördü. Dört kız arkadaşıyla beraber gidiyorlardı. Bekledi. Beraber çıkışları aklına geldi o kapıdan. Bir kerecik etrafına bakmasını istedi sadece bir kerecik.
               
                Ama bakmadı. Arkadaşlarıyla muhtemelen tamamen alakasız bir konu üzerinde konuşarak kapıdan çıktı. Onur'u bütün çaresizliğiyle bütün ne yapacağını bilmezliğiyle bırakıp uzaklaştı. Onur o melek yüz'e bir daha hiç bakamayacağını biliyordu...

                ...


                Mezuniyet günü veda etmek için kendisini çağıran Merve'nin yüzüne bakarken bunları düşünerek gülümsedi.Gülümsemesi çok fazla sonradan eklenmiş gibi duruyordu...

2 Eylül 2013 Pazartesi

Karıncalar

                Sanki yüzünü morartırcasına, sanki gözlerindeki damarlarını patlatırcasına sert bir nefes çekti sigarasından. Yine aynı halet-i ruhiye. Bazen sık sık ziyaret edip, bazen de aylarca selam vermeyen bir ruh halindeydi yine. Beyin karıncalanması, kaş çatılması, yavaş yürüme, çok düşünce, çok sigara...Böyle zamanlar yalnız kalsa mı iyi yoksa kalabalıkta uyuştursa mı beynini bilemiyordu. Ama genelde yalnız buluyordu kendini. Evinin yakınlarında; kimi zaman düşünmek için, kimi zaman yalnız kalmak için uğradığı bir kayalık vardı. Altlarına denizden dalgaların vurduğu, dalgaları dinlediği kayalık. Yine oradaydı.
               
                Düşünce...Düşünce...Bazen ilaçtı bazen zehir. Kendisini neyin rahatsız ettiğini, hangi düşüncenin beynini karıncalandırdığını bilmiyordu aslında. Sadece yanlış olan birşeyin olduğunu biliyordu. Bazen bu ruh hali o kadar bastırıyordu ki Allah'ına sığınmasa o kayalardan kendini aşağı bırakabilirdi. Ateistleri hiç anlayamazdı zaten. Yükünü en büyüğe yüklemeden nasıl hayata devam edebilirdi ki insan.

                O da öyle yapıyordu zaten. Derdini, sıkıntısını Allah'ına yüklüyordu. Secde sanki Allah'a sarılmaktı onun düşüncesine göre. Rabbiyle hasret gidermek, kavuşmak. Tıpkı belli bir güne sözleşmiş iki can dostun buluştuklarındaki samimi kucaklayışları gibi. Ve Rabb'ine sarılırken bırakırdı yükünü taşıyabilene, hafiflerdi. İki vakit arası kamburunda biriktirdiği emanetler. Günde beş vakit emanetleri teslim ediş. Her gün beş hafifleyiş, her gün beş kucaklaşma.

                Bugün de taşıyamadığını bırakmıştı her zamanki gibi. Kamburunda kalanlarla beraber kayalıklardaydı. Bu halin sebebini ararken yıldızların arasında, bir nefes daha çekti sigarasından. Okuduğu kitaplar geldi aklına. Hayatta iki tane kitap vardı aslında. Birisi Allah kelamı Kur'an, ikincisi ise tüm varlığıyla yaratılmış tabiat. Hangi yazar; Hangi kitabın hangi sayfası yıldızlar, dalgalar kadar düşündürtmüştü ki şu zamana kadar. Ancak insan da tabiatın bir parçasıydı ve insanı anlamadan tabiatı anlamaya çalışmak eksikti. İnsanı anlamanın yolunu da kitaplar bilmişti.

                Ama o insanları anlamaya çalışırken kendinden önceki insanları anlamayı daha çok seviyordu. Şu anda geleceğimizi bilemeyeceğimize göre bizden öncekilerin geçmiş ve geleceklerine bakmalıyız ki benzeterek kendi geleceğimizi inşa etmeliyiz diye düşünüyordu. Evet evet işte tam bu nokta! Yıldızların arasında böylesine gezinirken, düşünceler beyninin kıvrımlarında tam bu sırada akarken bu nokta ağrımaya başlamıştı. Ama ne ilgisi vardı ki şimdi. Yüzyıllar önce yaşanmış bitmiş olaylar, insanlar niye rahatsız etsindi ki onu bu kadar. Anlayamadı. Ama oralarda olduğunu biliyordu. Rahatsızlığının sebebinin geçmişle mutlaka bir ilgisi olduğunun ayırdına varmıştı.

                Dalgalar şiddetlenmişti. Birbiri ardına vurdukça kayalara hem köpürüyor hem ayaklarına doğru küçük su zerrecikleri sıçratıyordu. Hoşuna gitti. Her zaman sevmişti zaten dalgaları dinlemeyi. Ve her zaman dalardı dalgaları dinlerken. Hayallerinden uyandığında ya gözleri yaşlanmış, ya kaşları çatılmış, ya da suratında kıvrılmış eskimiş bir gülümseme. Dalgalar alıyordu sakince. Küçük su zerreciklerinin dokunduğu her nokta bedeninden ruhunun çıkması için açılan deliklerdi sanki. Ruhu süzülüyordu bedeninden, suyun değdiği yerlerden yavaşça; sessizce dalgalarla beraber akıntıya kaptırıyordu kendini. Akıntıyla, suyla beraber eski bir kitapta okuduğu bir hikayeye gittiler...

                -"Gitmem gerek." diyordu adam gençten bir kıza. Henüz körpeceydi kız. Oğlanda gençliğinden sıyrılmış sayılmazdı.
                -"Neden? Neden zorundasın? Bir sen gitmedin diye kayıp mı edilecek bu savaş. Sultan Murad öylesine mi muhtaç sana. Evlenecektik hani biz. Gitme yiğidim koma beni yalnız."
                -"Nasıl böyle konuşursun. Nasıl gitmememi ister de benden kabul etmemi beklersin, hemde bana yiğidim diyerek ha? De bakalım bana hele diyelim ki dediğini yaptım gitmedim Murad Han'ın sancağının altına. Hangi toprağın üstünde evleneceğiz sevdiğim, çağırıldığında gitmez isek hangi toprağı hakedeceğiz de beraber rahat uyuyabileceğiz üstünde?
                Kuru çay demlene gerektir sevdiğim, üstüne sıcak su döküp beklemek gerektir. Kuru haliyle hiçbir işe yaramaz yesen acıdır. Bu gördüğün yurt toprağı da kuru çaydır sevdiğim. Üzerinde yaşayanların; bizlerin imanı, yurt sevgisi olmazsa, gerektiğinde verilecek canı, istendiğinde dökülecek kanı olmazsa demlenmez. Kuru kalır. Acı olur. Ancak saydıklarım olduğunda demlenir de tadı güzel gelir."
                Körpe kız biliyordu zaten baştan beri. Aşkı zaafı olmuş bir umut sormuştu yine. Bu konuşmadan sonra yiğidini uğurlayıp Allah'a emanet ettikten sonra yurt toprağını gözyaşlarıyla demlemekten başka çaresi kalmamıştı.

                Beynindeki karıncalanma artmış buldu kendini akıntı ruhunu bedenine geri bıraktığında. Meseleyi çözmüştü sanki. Öyle sanıyordu ki yüreği utanıyordu okuduğu kitaplardan, yaşanmıştan, geçmişten. Layık olamamaktan utanıyordu. Hala onların demlediğiyle kalan yurdu tüketmekten utanıyordu. Tekrar demleyememekten utanıyordu. Gözünü kırpmadan yarın evleneceği sevdiğini bırakıpta yurt için gazaya giden gazi atasından utanıyordu. Ahirette onlara neler diyeceğini, acaba emanete hıyanetten kul hakkı yeyip yemediğini düşünüp utanıyordu. Bu karıncalanma buydu. Utanmaydı.
               
                Yunus Emre'nin "ilim kendin bilmektir" deyişindeki gibi kendini biraz daha tanımanın bilmenin mutluluğu ve yeni keşfettiği duygusu utancın karması yeni bir ruh halinde geçti karıncalanması. Kaşları da çatık değildi. Her zamanki dalgaların sesiyle beraber ayağa kalktı. Denize selamını verdikten sonra yeni bir sigara daha yakıp eve doğru yürümeye başladı. Layık olmak için biraz erken kalkıp günü iyi değerlendirmek gerek diye düşünüyordu...

                

Doğum günü

                    Hayaller dalgalar gibi. Sanki kafamda medcezir var. Med zamanı hayaller kızgınlaşır dalgalar gibi. Köpürerek vurdukça vurur, dur durak bilmez taşları çözer kum eder kaya bile duramaz karşısında.Hayallerinden kaçarsan da boşluğa düşersin çünkü hayatın denizdedir.Durgun akıntısız dalgasız denizse kirini atamaz temiz değildir. Hayal seni vurduğunda koskoca kaya kuma dönmüştür vurma artik bittim desen, fayda etmez çünkü medcezirin bitmesine daha vardır, doğa kanunu bu zamanı dolmadan asla durmaz.


                   Kum kayanın terbiyeli hali.Hayali tarafından vurulmuş sert kaya artık vurulmamak için her şekli alır ya sert olmadığından. Mesele vurulan kayanin kumken doğru şekli alabilmesinde..Geçmişin hayali med cezir gibi.


                   Hatırlar mısın bilmem?, Bende hatırlamak istemem ama hayal işte, durmaz. Bir gün elele yürürken ağlamaya başlamıştın. Bunu bizden başka kimse anlamaz ama çok güzel ağlardın. Seni ağlarken bir başka severdim. Neden ağladığını sorduğumda bir anda bana sarıldın. Her zaman, her sarıldığında senin kokuna senin benliğine boğulmak harikaydı. Deniz dalgası gibi masmavi gözlerinle bana baktın. Her bakışın içime işlerdi zaten. Dalgalar misali vururdu kum gibi yüreğime. İç çeke çeke "Ama ben seni çok özlüyorum" dedin ya. Şimdi anlıyorum ki belki de beni özleyemediğine ağlıyordun. Ama şimdi ben bu kum halimle ne şekle girmeye çalışsam da kum oluşumu unutamıyorum. Seni çok özlüyorum.


                 Aşkın tanımı ben hararetle birşeyler anlatırken gülerek gözlerime bakmandı. Anlattıklarımın tek kelimesini dinlememen deniz dalgasi gözlerinle bana ne konuştuğumu unutturmandi...Ve gülüşün çok güzeldi. Ama sadece bana bakarken.2 yıldır sana bakmamama rağmen kum olan yüreğime biçim verişinle senin gibi gülüyorum. Yüzümdeki haddim olmadan sana benzettiğim gülüşüm bana bıraktığın bir buse sanki. Hatıranla mutluyum. 20 yıl önce bugün doğduğunda kaderime yazıldığın için mutluyum.






                         Doğum günün kutlu olsun.

Yufka, soğan ve peynir

                Kör Emine'nin öldüğünden 4 kış geçmişti galiba.Mevsimlerden hasat mevsimi,  günlerden mübarek günün ertesiydi.

                Sabah ezanından hemen sonra küçük Halil tavukların yemleri vermiş, kümesi ve ahırı süpürmüş, evin iki baş ineğini sağmaya ablasına yardım etmiş ve öğlen yemeğini alelacele yiyerek köydeki arkadaşlarının yanına gitmişti. Hiç değişmezdi; her gün köyün diğer çocuklarının yanına daha çabuk gidebilmek için işleri çarçabuk bitirmeye çalışır ve kerahat vaktine doğru çocuklara has bir yorgunlukla, yorgun olmaktan mutlu olunan bir yorgunlukla dedesinin evine dönerdi.
               
                Bugün de aynı şeyler olmuştu. Halil eve gelmiş ablasının ibrikten döktüğü suyla elini yüzünü yıkamış, abdest almış dedesiyle akşam ezanını bekliyorlardı. Namazdan sonra sofraya hep beraber oturulurdu. Halil için günün en güzel saatleri... Ablasının pişirdiği sımsıcak tarhana çorbası, bembeyaz türkmen yufkası, taze soğan ve peynir. Sofrada mütevazı azıklarını yerken Halil hep dedesini izler, dedesini öğrenmeye çalışırdı. Dedesi bir diz yukarda yarım bağdaş oturmuş, besmele çekmiş, çorbasını bitirdikten sonra su ve toprak kokan elleriyle dikkatli bir biçimde yufkadan kendine kadar bir parça bölmüş, sanki bir zanaat yapar gibi tek bir ufak parça bile ziyan etmemeye çalışarak soğanı ve peyniri yufkasına katık ederek dürme yapmış ve küçük lokmalarla yemeye başlamıştı.

                Evet dedesinin elleri su ve toprak kokuyordu. Suyu ve toprağı koklasa kokularını alamazdı ve nerden bildiğini bilmiyordu ama küçük Halil dedesinin ellerinin su ve toprak koktuğunu biliyordu. Dedesinin elini öperken aldığı ve saf güven veren su ve toprak kokusu.

                Halil'in dedesi her akşam olduğu gibi bu akşam yemeğinden sonra da sofra duasını etmiş, Halil ve ablasıyla beraber Fatiha-i şerif okumuş; kalkarken yine düşünceyle konuşma arası iç çekerek "aah babam" demişti. Halil önceleri, dedesinin bunu söylerken babasını hatırlayıp üzüldüğünü düşünmüştü ama üzerinden zaman geçtikte bu alışkanlığı sadece yemeklerden sonra yaptığını farketmişti. Aklını başında bildiğinden beri küçük Halil bunun anlamını merak ediyordu ama kararlıydı. Artık bugün soracaktı.

                Yemekten sonra ablası sofrayı toplayıp yer yaygısını kaldırırken Halil ile dedesi de ya komşularından birini ziyarete gider, ya konuk beklerler ya da iki başlarına oturup söyleşirlerdi. Anlaşılan bugün söyleşme günüydü.

                - "Dede, her sofradan kalktığımızda iç çekerek niye büyükdedemi anıyorsun?"

                Dedesi gülümsedi.Torununun; kendisinin bile farketmediği bu ayrıntıyı sormasını beklemiyordu ama bilginin meraktan geldiğini  bildiği için torununun meraklı olması hoşuna da gitmişti.

                - "Teşekkür için Halilcik."

                Halil'in aklına pek yatmadı. Büyükdedesi bildiği kadarıyla genç yaşta ölmüştü. Yani dedesi babasını  tanımıyordu bile. Tanımadığı halde şu anda hayatta olmayan birine her gün teşekkür etmeyi kafasında uygun bir yere koyamıyordu Halil.

                - "Nasıl  teşekkür dede? Senin baban öldü ya. Ayrıca teşekkür edeceksen de neden sadece yemekten kalktığımızda ediyorsun?"

                - "Sen burda doğdun Halilcik yaşında henüz toprağın kıymetini bilmek için çok küçük. Ben o zamanlarda senin yaşlarındaydım. Hatırlıyorum aşiretimizle birlikte Moğol zulmünden batıya doğru kaçıyorduk. Orada Osman derler bir Türkmen Beyi var imiş. Söğütte kök salmış Yenişehir'de Karacahisar'da Türkmen aşiretlerine toprak dağıtıyormuş ekip biçsinler diye. Biz göçerdik oğul, ekip biçme ne bilmezdik. Ama dediler ki Devlet böyle olunur. Moğoluyla keferesiyle böyle baş edilir denince gittik bizde kapılandık Osman Bey'e. Ama Türkmen'in karşılığını misliyle ödemeden bir şey aldığı görülmüş müdür oğul? Türkmen'e almak bir derttir alıp da korumak başka bir dert. Osman Bey demiş ki "Akın var! Evlerinizi, topraklarınızı korumak için güçlenmemiz, güçlenmemiz için akın etmemiz gerek."

                Böyle bir çağırmada babam da gitti. Bütün hayatını göçer yaşamış, dört duvar ağır gelmiş zahir fukaraya. Atın üstünde olacağını duyunca aşiretin külli erkeği güle oynaya cenge gitmiş. Ha işte bu oturduğun evin, soğanını yediğin toprağın üstünü fethetmeye gelmiş büyükdedenle Osman Beyimiz. Zorlu bir gaza olmuş nazlı Bursa düşmek bilmemiş ama en sonunda Türkmen kılıcına yenik düşüp yurdumuz olmuş. Bedeli ödenip alınmış nazlı Bursa. Amma oğul ne Osman Bey dönmüş o gazadan ne de babam.

                Sanma ki oğul o gün Bursa fetholundu da bitti. Ha daha demin yediğimiz soğan bizim bahçede yeşermedi mi oğul? Bizim bahçe Bursa'da değil midir? Babamla Osman Bey atam bu soğanı da fethetmemişler midir şimdi. Bu toprağın otuyla beslenen inekten yapılan peyniri bugün fethetmiş olmadı mı Osman Bey'le babam. Bursa elimizden çıktığı, düşman eline düştüğü gün fethi biter. Bizde ondan fethin bitmesini istemeyiz, fethin sürmesini ister ona çalışırız.

                Babam hala Bursa'yı fethetmeye devam ediyorsa oğul; ölü değildir. İşte bu yüzden de şehitler ölü değildir Halilcik. Bana bugün fethettiği, hediye ettiği soğan için, peynir için, yufka için de teşekkür etmek boynumuzun borcu değil midir Halilcik?"

                Son söylediklerini Halilin yanağını okşayarak ve gülümseyerek söylemişti küçük Halilin dedesi.

                Halil düşündü.

                ...

Algı

                 Es-selamun aleyküm kardaşlar. Hele bir dur önce de bakalım sen kimsin, necisin derseniz Ersagun diye çağırırlar beni. Karabudundanım. Afşın yoldaşı, devlet sevdalısı, peygamber aşığıyım. Neci olduğumuza gelince; bilgi alır fikir satarız ağalar.

                 Kiri su yuğar, kir de terlemeden atılmaz ya, yüreği de terletmek gerek bazen. Ha sor kardaş nedir bu yüreğin teri de. Sözdür kardaş yüreğin teri. Ağızdan söz çıkmadan yürekten de kir çıkmaz. Haa bir laf ettik amma eksik ettik kardaş, yüreği güzel söz yuğar demeliydik. Duymuşsundur mutlaka temiz kalpli namını bir çok kez. Sen hiç duydun mu bir temiz kalplinin ağzından kötü laf çıktığını? İşte bizimkiside o hesap, he mi...                     
               
                Vel hasılı gayemiz anlatmak ağalar. Yüreğimizin kirini yuğmak isteriz. Anlatmak için önce düşünmek lazım. Düşünmek için de önce konuşmak lazım. İnsan en iyi konuştuğu zaman düşünür. Konuş, tartış ki o süre içinde çok daha iyi düşünebilesin. Ama o düşünmenin işe yarar olması için lazım gelir ki söylediklerinden geri dönebilme kibirsizliğini gösterebilesin. Doğrusunu düşünmek için söyleşirken yanlış söylemiş olabilirsin. Ancak yanlış söylerken düşündüğün doğruyu faydalı kılmak için de söylediğin yanlıştan dönebilmen gerekir. Bizim de burda söyleşme esbabımızdan biri de bu. Doğruya ulaşmak. Tartışırken doğruya ulaşmak. Allah bize yanlışımızdan dönme kibirsizliğini versin inşallah.

                Bizler bu mecrada ata eşek, kurda köpek desek de inananlar bulunuz kardaşlar. Halk kendi doğrusunu söyleyen bir kalemin yazdığı doksan dokuz yanlışa inanmaya hazırdır. Yeter ki onun tek doğrusunu söylemiş olsun. Bir de kaşı gözü yerinde usturuplu giyinen, lafları afilli, sözleri giysili olsun kafi. Bundan değil midir ki bütün haber sunucuları güzel ve iyi giyimli, bütün köşe yazarlarının saçı jöleli ? Ancak amaç doğrularımıza inanmanız değildir gözümüzde. Birbirimizi anlayabilelim yeter. Bizleri bu klavyenin başında sizleri de o ekranın başında buluşturan anlayıştır kardaşlar. Önyargısız samimiyet ve anlayış.

                Girizgahı uzun tuttuk afedesiniz. Lakin anlayış için demem gerekti. Düğümü çok sıkmayacağım için; biraz da belki meramımızı yukarıda anlatmak istemişizdir. İnsanlar için kelimelerin anlamları algıda şekillenir. Örneğin benim için devlet baş üstünde tutulması gereken bir kavram iken, başka birisi için yerin dibine batırılması şart olan bir yapıdır. Ya da bir Arab'a akil dediğiniz zaman kökü ekele'den (yemek) gelen obur yeyici manasını anlarken, herhangi bir Türk akil'den akıllı anlamını çıkarabilir. Nitekim anlaşmazlıklarımızın en büyüğü burdan kaynaklıdır. Ana düğümü teşkil edecek olan millet, milliyet, milliyetçilik meseleleri de bu algı durumundan mütevellit sorunlar yaşanıyor.

                Yazının devamı "faşist dermiş eşin dostun akraban..." tadında olmayacak merak etmeyin. Derdim biz faşist değiliz reddiyesi yapmak değil ki zaten biz kimiz, faşist diye itham edilen grubun içinde olduğum da nerden çıktı diyerek yeri gelmişken düşüncelerin bireysel olduğunu belirteyim. Yalnızca bir Türk milliyetçisi olarak desteklediğim ve reddettiğim durumlar var. Naçizane onları açıklamaya çalışacağım.

                Daha şimdiden Türk milliyetçisi tamlamasını duyar duymaz önyargı duvarları aniden yükselen, içi ürpererek dışlama damarları kabaran kardaşlar için aslında bu yazı birazda. Acaba sizin anladığınız Türk milliyetçiliği ile benim anladığım arasında ne gibi farklılıklar var. Kelimelerden gidersek eğer bırakın Türk milliyetçiliğini sizin anladığınız millet ile benim anladığım arasındaki fark az mı çok mu acaba. Sizi bilmem ben kendiminkini anlatarak işe başlayayım belki anlaşırız.

                Millet; benim lügatımda yığın olmayan toplumdur. Devletleşmeyi becerebilmiş, ortak değerleri olan halka millet denir. Ortak değer ne mi? Karsta yediğin normal bir ev aşını aynı haliyle Edirne'de de yiyebiliyorsun ya ortak değer o işte. Kolay kolay kandırılamayan iyi giyimli haber sunucularının ağzından dökülen zehirlerin bal olmadığını bilen halk millettir. Benim anladığım millet'in her ferdi birbirini bilir. Birbirine aynı milletten olduğu için güvenir. Hani şöyle bir kahve siyaseti vardır ya "abi sağcısı olsun solcusu olsun savaş çıksa omuz omuza savaşır bu milletin her bir ferdi" diye, işte bunun gibi devlet konusunda birbirine güvenen halk millettir.

                Milliyet ise millete bağlılıktır benim lügatımda. Milli-yet, milli olmak, milli ölçüye bağlı kalmak, millet olabilmektir. Devletin varlığı için omuz omuza verebilme özverisi ve fedakarlığıdır milliyet. Devleti baba bilmek, devleti oğul bilmek; baban için, evladın için çalışmaktır milliyet.

                Milliyetçilik tutuculuk değildir. Milliyetçilik ülkücülük de değildir. Milliyetçilik siyasi bir kavram hiç değildir. Evet milliyetçiliğin bazı siyasi uzantıları tabiki olacaktır ama milliyetçiliği siyasi uzantılara indirgemek benim düşüncelerime göre büyük haksızlıktır. Milliyetçilik bir tanımıyla da geçmişe layık olup köklerinden güç alarak geleceğe göğe dal uzatmaktır.

                Türk milliyetçiliği kişilere bağlılığı kabul etmez, ülküye ve gayeye bağlıdır herşey. Hakanlar gelip geçer nice Alpaslanlar, Kılıç Arslanlar, Osmanlar gelip geçmiştir ancak onların sadece gayeye hizmetleri olmuştur. Millet hiçbir zaman o isimleri gaye haline getirmemiştir.

                Türk milliyetçiliği geçmişe köklerine sımsıkı tutunur ancak toprağın altında ve çağın gerisinde yaşamayı kabullenmez. Geçmişe sarılmak tutuculuk da değildir. Bin yıllık toprağını bırakıp da kendine başka yurt seçmek devrim değilde nedir?

                 Türk milliyetçiliği dinamiktir. Uyuşukluğu kabul etmez.Akındadır hep.Tıpkı kırkaltı yıllık saltanatının ancak az bir kısmını sarayında geçiren hakan gibi.

                 Türk milliyetçiliği mücadelecidir. At üstünde yalın kılıç kırk çerinin Çin ordusunu yenemeyeceği açık olsa da o destanın bizim bağımsızlığımızın teminatı olduğu fikri mücadele ateşi verir Türk milliyetçisine.

                Türk milliyetçiliğinin sermayesi bir atın iki kulağı gibidir.Bir yanda devlet işleri diğer yanda inanç ve bilgi. Edebali Şeyh ile Osman Bey gibi. Akşemseddin Hoca ile Fatih gibi.