İnsanlarla
tanışma-kaynaşma sorunum olmasına rağmen farklı farklı kişilik ve karakterleri
layıkıyla tanımanın en iyi kendini geliştirme metodunu olduğuna inanırım. Ama
bu hem seçmeden karşılaştığın herkesle tanışma olmadığı gibi sadece arkadaş
veya tanış olarak insan tanıma da değildir. Tanış olarak insan tanımayla
beraber; bir film izleyerek o filmi çeken yönetmeni tanıma, filmdeki hikayenin
sahibinin, senaristin yarattığı karakterleri tanıma, bir roman okuyarak o
romanın yazarının muhayyilesini keşfetme, yazarın romana yansıttığı tipleri
tanıma da kendini geliştirme bağlamında kişilik tanımaya örnektir.
Bununla
ilgili olarak bir çok kişinin okuduğu "Olasılıksız" romanında bir
kavram anlatılıyor. Ortak bilinç denilen bu kavramda aslında bütün insanlığın
düşünce alemine münferit olarak her insanın ulaşabileceği anlatılıyor. Yani
ortak ulaşılabilir bir ağ var ve herkes beyin yoluyla o ağa ulaşarak insanlığın
tamamının düşünce alemine erişebiliyor. Kitabı bir kaç sene önce okuduğum için
tam hatırlayamıyorum ama sanırım kitaba göre bu ağ o an hayatta olan insanların
arasında mevcut olan bir ağ idi ve ölen insanların düşüncelerine erişilemiyordu
doğal olarak.
Son bir
kaç yıldır pek moda bir kelime olan "empati" meselesini bu ortak
bilinç yoluyla tarihi tahayyül ile birleştirmeyi başarabilsek sizce de bugünkü
bir çok haklı haksız kavgasını çözmez miydik? (Tesadüfe bakın ki Olasılıksız'ın
yazarının bir diğer meşhur kitabının adı da Empati'dir) Ya da sorun çözmek için
değil sırf merakımızı tatmin etmek için bile böyle bir imkanımız olsaydı
muhteşem olmaz mıydı?
Öyle
çok yüksek şahsiyetlerin nasıl yaşayıp neler düşündüklerini değil de aslında
onların yanındaki sıradan insanların onlar hakkındaki görüşleri beni daha çok
çekiyor. Ne bileyim, bu belki de onlarla aynı devirde yaşasaydım nasıl
davranırdım sorusuna bir cevap veremememden ötürüdür belkide...
Ben
Yakup Cemil'i kurşuna dizen mangadaki bedbaht askerlerden biriyim. Bizim
dönemimiz yiğitlerin yatakta ölmedikleri bir dönemdi amma Yakup Cemil gibi
korkusuz bir yiğiti ben daha hiç görmedim. Onu Bekirağa Bölüğü'nden teslim
aldığımızda acele ile hareket edişi karşısında ne yapacağımızı şaşırdık. Ona
"dur, yavaş" diyecek cesaret ve saygısızlık hiçbirimizde yoktu. Ancak
komutanımız neden hızlı hareket ettiğini sorduğunda asker evlatlarının vaktini
daha fazla beyhude harcamak istemediğini söyledi. İşte biz bir saat içinde
böyle bir adamı vuracaktık. İnfazın yapılacağı yere geldiğimizde ise ellerini
ve gözlerini bağlayacak askere, azar ve şefkat arası o ancak komutanların ve
babaların ulaşabileceği ses tonuyla "bırak asker! sen bizi kurşundan
korkacak ve kaçacak mı sandın! Sen yalnız işini iyi yap, ben kolay kolay
ölmem" dedi. Hakikaten de dediği gibi oldu. Kendi askerinin kurşunuyla
vurulduğundan olacak tam 30 dakika kalbi attı Teşkilat-ı Mahsusa'nın o arslan
yiğidinin.
Ben
Enver Paşa'nın Türkistan'a ilk gidişinde onu karşılayan mücahitim. Moskof
zulmüne ve esaretine karşı bütün heybetiyle Hürriyet Kahramanı Enver Paşa
savaşmaya gelmiş. Yarabbi o nasıl bir vakar , o ne büyük bir haysiyet, o ne
yüce bir şahsiyet. Eski, yaşlı Osmanlı bizi unutmadı, şanlı Enver Paşa'yı bize
umut olarak yolladı, sağolsun ve Allah hepimizin yardımcısı olsun ... Bize
Anadolu'dan gelen kardeşlerimiz orada Enver Paşa'mızın kaçak olarak anıldığını
söylüyorlar. Haşa ve kella! O kaçmadı, o bir mücahitti ve "hürriyet"
uğruna savaşarak inşallah şehit oldu.
Ben bir
inşaat ustasıyım. Velinimetim Mimar Sinan ustamla çalışmanın ne büyük bir lütuf
olduğunun da farkındayım. O gün ustamın bile şaşırdığı bizim ise adeta hayretten
zanaatı unuttuğumuz bir olay meydana geldi. Saray erkanından bir bölük ile
inşaat alanına gelen ustam kıyafetinden ve saraydan gelenlerin hitabı üzerine
İran elçisi olduğunu anladığım bir adamın şaşkın bakışları önünde bir sandık mücevheri
Süleymaniye Camii'nin harcına döktü. Haberi duyup civardan gelen halkın gözü
önünde harç karıştırıldı ve ustam birkaç aydır temeli oturması için
beklediğimiz minarenin inşasını başlatmamı emretti. Olayın şaşkınlığı ve
hayretini üzerimden atamadan emre uymak zorunda kaldım. Ben padişahımızın İran
elçisine gösteriş için hazineden yahut kendi malvarlığından mücevherat getirtip
bunların yaptığını düşünüyor bir yandan da istemeye istemeye padişahımıza
gereksiz bir gösteriş için israf ettiğinden dolayı kızıyordum. Bir kaç hafta
sonra meselenin iç yüzü ortaya çıkınca kendimden utandım ve padişahımızı haksız
yere itham ettiğim için tövbe ettim. Meğer Tahmasb'ın Cihan Padişahı
Sultanımıza ve Devletimize istihfaf etmek için gönderdiği altınlar imiş onlar.
Ben
Sultan III. Selim'in hizmetkarıyım. Padişahımız musikiyle iştigal ederken
yanında yakınında pek kimseyi istemez. O yüzden kapısında nöbet beklerim. O
Suz-i Dilara Peşrevi'ni ilk meşkettiğinde kapısında yine ben vardım. Bütün
beste basamaklarını, küçücük detaylara saatlerce nasıl takılıp mükemmele
ulaşmaya çalıştığının yegane şahiti ve de kulak misafiriyim. Cihanın en büyük
devletlerinden birinin başındaki Sultan'ın böylesine zarif bir zat olması dünya
için ne kadar da hayırlı!
Evet
ben o savaştaydım. Ankara'da, aynı dili konuşan, aynı tip kıyafet giyen, aynı
şeye inanan, aynı yemeği yiyen orduların çarpıştığı o talihsiz savaşta ben de vardım. O savaşta
kimin ne tarafta olduğunun çok bir önemi yoktu. Her iki tarafta da kardeş
kardeşe vuruyordu. Zaten kimin ne tarafta olduğu da belli değildi. Beyazıd
Han'ın zaptettiği bütün Anadolu beyliklerinden gelen askerler biz daha ne
olduğunu anlamadan bize kılıç
doğrultmaya başladılar. Biz henüz fillerin şaşkınlığını üzerimizden atamamışken
bir de kimin dost kimin düşman olduğunu anlamamamız üzerine panik ve kargaşa
kaçınılmaz oldu. Padişahımı vermemek için çok vuruştum, çok döğüştüm. Amma
başaramadım. Kafam kopaydı da efendimi kaptırmayaydım, amma yapamadım. Habil ve
Kabil'i andığımız o kavgadan sonra aksaçlı-aksakallı yaşlı topal bizi pusatlarımıza
el koyup gönderdi. Sudan çıkmış balığa dönmüştük, bu bizim için bir yıkımdı.
Silahsız bir askerin halet-i ruhiyesini anlayamazsınız. Biz esir bile
olamamıştık...
...
Aynı
Ahmet Hamdi'nin söylediği gibi. Biz aslında özlemini çektiğimiz eski devirleri
yaşamak istemiyoruz. Biz esasında o dönemlerin gerçekten yaşandığını bildiğimiz
için mutluyuz.
Çok çok âlâ, pekâlâ
YanıtlaSil