11 Nisan 2014 Cuma

Tarihi Tahayyül

                İnsanlarla tanışma-kaynaşma sorunum olmasına rağmen farklı farklı kişilik ve karakterleri layıkıyla tanımanın en iyi kendini geliştirme metodunu olduğuna inanırım. Ama bu hem seçmeden karşılaştığın herkesle tanışma olmadığı gibi sadece arkadaş veya tanış olarak insan tanıma da değildir. Tanış olarak insan tanımayla beraber; bir film izleyerek o filmi çeken yönetmeni tanıma, filmdeki hikayenin sahibinin, senaristin yarattığı karakterleri tanıma, bir roman okuyarak o romanın yazarının muhayyilesini keşfetme, yazarın romana yansıttığı tipleri tanıma da kendini geliştirme bağlamında kişilik tanımaya örnektir.

                Bununla ilgili olarak bir çok kişinin okuduğu "Olasılıksız" romanında bir kavram anlatılıyor. Ortak bilinç denilen bu kavramda aslında bütün insanlığın düşünce alemine münferit olarak her insanın ulaşabileceği anlatılıyor. Yani ortak ulaşılabilir bir ağ var ve herkes beyin yoluyla o ağa ulaşarak insanlığın tamamının düşünce alemine erişebiliyor. Kitabı bir kaç sene önce okuduğum için tam hatırlayamıyorum ama sanırım kitaba göre bu ağ o an hayatta olan insanların arasında mevcut olan bir ağ idi ve ölen insanların düşüncelerine erişilemiyordu doğal olarak.

                Son bir kaç yıldır pek moda bir kelime olan "empati" meselesini bu ortak bilinç yoluyla tarihi tahayyül ile birleştirmeyi başarabilsek sizce de bugünkü bir çok haklı haksız kavgasını çözmez miydik? (Tesadüfe bakın ki Olasılıksız'ın yazarının bir diğer meşhur kitabının adı da Empati'dir) Ya da sorun çözmek için değil sırf merakımızı tatmin etmek için bile böyle bir imkanımız olsaydı muhteşem olmaz mıydı?
               
                Öyle çok yüksek şahsiyetlerin nasıl yaşayıp neler düşündüklerini değil de aslında onların yanındaki sıradan insanların onlar hakkındaki görüşleri beni daha çok çekiyor. Ne bileyim, bu belki de onlarla aynı devirde yaşasaydım nasıl davranırdım sorusuna bir cevap veremememden ötürüdür belkide...



                Ben Yakup Cemil'i kurşuna dizen mangadaki bedbaht askerlerden biriyim. Bizim dönemimiz yiğitlerin yatakta ölmedikleri bir dönemdi amma Yakup Cemil gibi korkusuz bir yiğiti ben daha hiç görmedim. Onu Bekirağa Bölüğü'nden teslim aldığımızda acele ile hareket edişi karşısında ne yapacağımızı şaşırdık. Ona "dur, yavaş" diyecek cesaret ve saygısızlık hiçbirimizde yoktu. Ancak komutanımız neden hızlı hareket ettiğini sorduğunda asker evlatlarının vaktini daha fazla beyhude harcamak istemediğini söyledi. İşte biz bir saat içinde böyle bir adamı vuracaktık. İnfazın yapılacağı yere geldiğimizde ise ellerini ve gözlerini bağlayacak askere, azar ve şefkat arası o ancak komutanların ve babaların ulaşabileceği ses tonuyla "bırak asker! sen bizi kurşundan korkacak ve kaçacak mı sandın! Sen yalnız işini iyi yap, ben kolay kolay ölmem" dedi. Hakikaten de dediği gibi oldu. Kendi askerinin kurşunuyla vurulduğundan olacak tam 30 dakika kalbi attı Teşkilat-ı Mahsusa'nın o arslan yiğidinin.

                Ben Enver Paşa'nın Türkistan'a ilk gidişinde onu karşılayan mücahitim. Moskof zulmüne ve esaretine karşı bütün heybetiyle Hürriyet Kahramanı Enver Paşa savaşmaya gelmiş. Yarabbi o nasıl bir vakar , o ne büyük bir haysiyet, o ne yüce bir şahsiyet. Eski, yaşlı Osmanlı bizi unutmadı, şanlı Enver Paşa'yı bize umut olarak yolladı, sağolsun ve Allah hepimizin yardımcısı olsun ... Bize Anadolu'dan gelen kardeşlerimiz orada Enver Paşa'mızın kaçak olarak anıldığını söylüyorlar. Haşa ve kella! O kaçmadı, o bir mücahitti ve "hürriyet" uğruna savaşarak inşallah şehit oldu.

                Ben bir inşaat ustasıyım. Velinimetim Mimar Sinan ustamla çalışmanın ne büyük bir lütuf olduğunun da farkındayım. O gün ustamın bile şaşırdığı bizim ise adeta hayretten zanaatı unuttuğumuz bir olay meydana geldi. Saray erkanından bir bölük ile inşaat alanına gelen ustam kıyafetinden ve saraydan gelenlerin hitabı üzerine İran elçisi olduğunu anladığım bir adamın şaşkın bakışları önünde bir sandık mücevheri Süleymaniye Camii'nin harcına döktü. Haberi duyup civardan gelen halkın gözü önünde harç karıştırıldı ve ustam birkaç aydır temeli oturması için beklediğimiz minarenin inşasını başlatmamı emretti. Olayın şaşkınlığı ve hayretini üzerimden atamadan emre uymak zorunda kaldım. Ben padişahımızın İran elçisine gösteriş için hazineden yahut kendi malvarlığından mücevherat getirtip bunların yaptığını düşünüyor bir yandan da istemeye istemeye padişahımıza gereksiz bir gösteriş için israf ettiğinden dolayı kızıyordum. Bir kaç hafta sonra meselenin iç yüzü ortaya çıkınca kendimden utandım ve padişahımızı haksız yere itham ettiğim için tövbe ettim. Meğer Tahmasb'ın Cihan Padişahı Sultanımıza ve Devletimize istihfaf etmek için gönderdiği altınlar imiş onlar.

                Ben Sultan III. Selim'in hizmetkarıyım. Padişahımız musikiyle iştigal ederken yanında yakınında pek kimseyi istemez. O yüzden kapısında nöbet beklerim. O Suz-i Dilara Peşrevi'ni ilk meşkettiğinde kapısında yine ben vardım. Bütün beste basamaklarını, küçücük detaylara saatlerce nasıl takılıp mükemmele ulaşmaya çalıştığının yegane şahiti ve de kulak misafiriyim. Cihanın en büyük devletlerinden birinin başındaki Sultan'ın böylesine zarif bir zat olması dünya için ne kadar da hayırlı!

                Evet ben o savaştaydım. Ankara'da, aynı dili konuşan, aynı tip kıyafet giyen, aynı şeye inanan, aynı yemeği yiyen orduların çarpıştığı o talihsiz savaşta ben de vardım. O savaşta kimin ne tarafta olduğunun çok bir önemi yoktu. Her iki tarafta da kardeş kardeşe vuruyordu. Zaten kimin ne tarafta olduğu da belli değildi. Beyazıd Han'ın zaptettiği bütün Anadolu beyliklerinden gelen askerler biz daha ne olduğunu  anlamadan bize kılıç doğrultmaya başladılar. Biz henüz fillerin şaşkınlığını üzerimizden atamamışken bir de kimin dost kimin düşman olduğunu anlamamamız üzerine panik ve kargaşa kaçınılmaz oldu. Padişahımı vermemek için çok vuruştum, çok döğüştüm. Amma başaramadım. Kafam kopaydı da efendimi kaptırmayaydım, amma yapamadım. Habil ve Kabil'i andığımız o kavgadan sonra aksaçlı-aksakallı yaşlı topal bizi pusatlarımıza el koyup gönderdi. Sudan çıkmış balığa dönmüştük, bu bizim için bir yıkımdı. Silahsız bir askerin halet-i ruhiyesini anlayamazsınız. Biz esir bile olamamıştık...


                ...


                Aynı Ahmet Hamdi'nin söylediği gibi. Biz aslında özlemini çektiğimiz eski devirleri yaşamak istemiyoruz. Biz esasında o dönemlerin gerçekten yaşandığını bildiğimiz için mutluyuz.

                 

1 yorum: