4 Ekim 2014 Cumartesi

Burası değil

                Kararı kesindi bu sefer. Sade sınav dönemleri, o da yalnızca geceleri olmak üzere kapısından geçtiği üniversitesinde artık düzenli bir öğrencilik hayatı yaşamayı kararlaştırmıştı. Her gün defterini kalemini çantasına koyup sıradan bir öğrenci gibi derse girmek, not tutmak, akşam da günün yorgunluğuyla kendisine yemeğini hazırlamak istiyordu. Hayatı; geceleri roman okumak, gündüzleri ise pencerelerine alüminyum folyo çekerek kararttığı kasvetli odasında uyumak, çay ve makarna ile günlerini geçirmekten ibaretti. Ama bugün sabah okula giderek bu hayatı değiştirmek için ilk adımını atacaktı. Bu ilk adım sağlam olmalıydı.

                Her seferinde böyle olurdu.  Son iki yıldır yalnızca sabah sınav olduğu günler ve memlekete dönüş otobüsüne yetişmek için erken uyanmıştı. Tıpkı o günler gibi gece rahat uyuyamadı. Kalkması gereken belli bir saat varsa; isterse bin tane alarm kursun mutlaka saatte bir uyanır, uyuduğu zamanlarda da erken kalkmakla ilgili rüyalar görürdü. Son bir saati uyuyamasa da kalkma vakti gelmişti. Evde çok vakit geçirmeden soluğu okulda aldı. Poğaça ve çayla 5 dakikada kahvaltısını yapıp kalan yarım bardak çay ile günün ilk sigarasını içerek derse girmeyi planlıyordu. Bu sürede bir iki tanıdık da görürdü herhalde. Serin rüzgar hafifçe yanaklarından süzülürken sigarasından ilk dumanı üfleyerek arkasına yaslandı. Gelmek için kendini saatlerce motive ettiği bilim yuvasının özeti burasıydı işte:

                Sözde ekonomik özgürlüğü en çok garanti eden mesleklerden biri olmasına rağmen hukuk fakültesinin kantini koca bulmak için ne giyeceğini, nasıl yürüyeceğini şaşıran üst sınıf kızlarla doludur.  Bunlardan kalan populasyon kıyafet ve aksesuarlarında pembe tonların ağırlıklı olduğu ve mutlaka spesifik bir kabın içindeki koca koca telefonlarını ellerinde dolaştıran büyük çantalı tiki kız gruplarıdır. Bunlar günlerini ayna karşısında "kaç derece kaç dakika kaç saniyelik açı ile kameraya bakarsam instagrama daha iyi bir selfie koyabilirim?" sorusunun cevabını arayarak geçirirler. Kalan vakitlerinde ise buldukları cevapları hayata geçirirler. Dış dünya ile çok ilgilenmezler, kendi habitatları vardır. Bilge'nin en çok merak ettiği şeylerden biri ise  Allah'ın ikinci gruptaki bu kızlara niçin  sabrettiğidir.

                - Hikmetinden sual olunmaz; verdiğin ruhu öldürdüler akıl zaten onlara lazım değil, dünyada yer işgal ediyorlar ya sen bilirsin Allah'ım.

                  Bir A4 büyüklüğünde kağıdın bantlanabileceği herhangi bir düzlem asla çıplak kalamazdı. Çünkü aylarca Türkmenelini inim inim inleten IŞİD için tek bir cümle söylemeyen üniversitemizin özgürlük melekleri, bir ay önce adını duysalar çiğ köfte markası sanacakları Kobane'nin aynı terör örgütü tarafından kuşatılması  medyada yer bulunca tam donanımlı birer aktivist kesilip afiş ve bant ile emperyalizme karşı savaş vermekteydiler.

                Birden kantinin ortasında dünyanın en kapitalist şirketlerinden birinin üretimi olan laptoplarını, devletin sunduğu elektrik ile çalıştırarak bazı sol marşlar çalıp halay çekmeye başlayan iki kişi peyda oldu. Bilge tahmin etti ki halay çekmek de devrimci eylemlerden biri. Çok da eğlendiklerini sanmıyordu. Herhalde parkaları ile simgeleştirdikleri protest hayatlarının rutin bir dışavurumu olmalıydı bu... Halaycılar 4,5 dakikalık performanslarını sıradan bir final ile noktalayıp laptoplarının olduğu masaya geçtiler. Önlerindeki pankartta "Öcalan ve diğer devrimci tutsaklara özgürlük" yazıyordu. "Halay çekmekle beraber bebek öldürmek, köy yakmak veya okul bombalamak da devrimci eylemler herhalde. Allah topunuzun belasını versin."  diye düşündü Bilge sigarasını söndürürken. Amfiye doğru yöneldi...

               
                - Dersimize Cemal Süreya'dan bir kaç dize ile başlamak istiyorum arkadaşlar.

                "Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem
                 Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı..."

                Dedi, kır saçlı, uzun sakallı, yaz-kış deri yeleğini gömleğinin üstünden çıkartmayan, dar kot pantolonlu hoca. Davudi sesi öğrencilerini etkiliyordu.  Tabi o da ekmeğini sonuna kadar yiyecekti yeteneğinin, ve devam etti:

                - Modernizm bütün kutsallıkları, dini ortadan kaldırıp yalnızca pozitivizmin ışığı ile yeni bir dünya kurduğunu iddia etti. Rasyonelite Tanrı'yı ortadan kaldırdı. Onun hurafelerini komik duruma düşürdü. Artık herşeyin ölçüsü akıl! Ama bu ütopyanın bir istisnası var arkadaşlar. Modern devletin unuttuğu, -unutmasının işine geldiği diyelim- bir kutsallık öbeği daha. Nedir arkadaşlar?...

                "Milliyetçilik" diye mırıldandı Bilge, büyük şevk ile açtığı defterine tek satır not almaya değer bir cümle bile bulamamanın ve bulamayacağını anlamanın verdiği iç sıkıntısıyla. "Şu hareketlere, şu tonlamalara bak. Sanki Amerika'yı keşfetti pezevenk. Her şey etiket her şey! Ne güzel dünya! Sen üst perdeden anlat , araya birkaç ne idüğü belirsiz dize serpiştir. Sonra da gece için seç bakalım sana hayran hayran bakan ahmaklardan bir çift göz!". İç dünyasını kaynatan tiksinme duygusu okulun kapısından girdiğinden beri dalga dalga artıyordu.

                - Vatan, millet, şehitlik! Bunlar geleneğin son kalesidir arkadaşlar. Evrimin son halkası devlet teorisinde yarattığı değişmeyi dine karşı kazandığı zaferle taçlandırdı. Post-modern anlayış ise bunun döküntülerini temizlemeye muktedirdir!

                Bilge daha fazla dayanamadı. Beyninin duyguları düzenleyen bölümünde iğrenme, tiksinme ve öfke üçlemesinden başka tek bir kırıntıya yer kalmamıştı. Yüzündeki damarlar çatlayacak kadar gerilmişti. Gözyaşlarını tutmakta zorlanan kasları çantasını kaldırmakta başarılı oldu neyseki. Çantasını sağ koluna takıp sınıftan ayrıldı. Binadan dışarı çıktığında sigarasına hareketlendi. Hızlı hızlı çekip bıraktığı her bir nefeste içine çektiği tütün sinirlerini biraz daha yumuşatıyordu. Düşünüyordu, düşündükçe bildiği bir çok şeyin yalan olduğunu anlamaya başlıyordu.

                "Birincisi, devletin tanımının az önce modernizmin manifestosunu dinlediği derste anlatıldığı gibi olmadığı gerçeğiydi. Devlet vatan saydığımız toprak parçasının üzerinde bulunan, egemenlik denilen ne olduğu, özgürlük ve demokrasi kalıpları ile içi nasıl doldurulduğu belirsiz bir mefhuma sahip insan topluluğunun oluşturduğu aygıt değildir. Devlet, devleti oluşturan insan topluluğunun hukuk diyerek somutlaştırdığı töresinin, kayıtsız şartsız uygulandığı yerdir. Devlet milletinin kültürünün korunduğu, maddi veya manevi olmak üzere kültür unsurlarının her türlü saldırıdan muhafaza edildiği toprak parçasında ancak mevcuttur. Bilge'ye göre üniversite kampüsü vatan değildir. Burada devlet yoktur. Burası kültürünü ithal fikirlere yahut fikirsizliğe tercih etmiş gençlerin üniversite binasından ölümüne atıldığı, satırlarla kovalandığı, kimisinin sokak kanunlarıyla kapısından içeri alınmadığı bir yerdir. Burası bilim diyerek dinsizlik, milletsizlik aşılanan bir bölgedir. Burası terör diye bir kavramın bulunmadığı bir suçsuzluk alanıdır. Burada devletin esamesi bile okunmaz. Ancak isminin başında "katil" sıfatı varsa adı anılabilir.  Buranın kuralları böyledir."

                Aklında bu düşünceler yavaş yavaş yer ederken kendini evine giden sokağa girmiş halde buldu. Sokağın girişindeki marketten iki paket polo mavi alıp 2. kattaki evine çıktı. Bilge eski hayatına geri dönmeyi tercih etmişti. Bilge bu savaşta yenilmişti. Bilge bir yandan gücünün bir günde tükenmesine utanıyor bir yandan hala savaşan fikir kardeşlerine bütün samimiyetiyle saygı duyuyordu.


                - Allah yardımcıları olsun...

27 Eylül 2014 Cumartesi

"Sokakta" hakkında bazı düşünceler

                SOKAKTA-BAHAEDDİN ÖZKİŞİ

                Bahaeddin Özkişi; Türkiye'de tarih şuuru ve milli bilinç sahibi her düşünür ve yazarın farkında olduğu, dikkat çekmek istediği en önemli mesele olan batılılaşmayı alışılmadık bir tarzda romanlaştırmıştır. Bir cinayetin etrafında geliştirdiği olaylar, konuşturduğu karakterler ortaya bir çatışma koymaktadır. ONLAR ve insanlar. Ancak insan dediğimiz ne tabii müttefiklerdir, ne de çocukluk arkadaşının belirttiği gibi yalnızca etten oluşanlar. Savaşın tarafı ruh sahibi olan insanlardır.

                Çatışma ilk insanın yaratıldığı zaman başlamıştır. Allah en sevmediği duygu olan kibiri gördüğü ONLAR'a karşı şerefli insanı yaratmıştır. ONLAR ise insanın yaratılma sebebini insandan almaya çalışmaktadırlar. Allah'a imanı insanın elinden almaya çalışmakta, onu şerefli yapan her özelliği ondan koparmaya azmetmektedirler. Bu savaş; ne batılılaşmayla başladı ne de onunla bitecektir. ONLAR gün olmuş Firavun olarak cisimlenmişler, gün olmuş Nemrut olarak ateş yakmışlardır. Şu anda da onların adı DEĞİŞİMdir. Değişimin yönü Batı'dır. Avrupalılaşmaktır. ONLAR'ın cisimlendiği DEĞİŞİM ilginçtir ki ONLAR'ın varlığını kabul etmez. İlk bakışta çelişki gibi görünen bu durum aslında akıllı bir oyunun eseridir. Çünkü en büyük düşmanın varlığını bilmediğin-kabul etmediğindir. Kendini savunamayacağın tek düşman odur.

                Yazar vatanı sokak'la yoğunlaştırmıştır. Ülke'nin geçirmeye devam ettiği DEĞİŞİM sokağa giren yüksek ökçelerin sesleriyle başladı diyerek tasvir eder. Yüksek ökçeler önce herkes tarafından alaya  alınsa dahi kadınların içinde sinsice gelişen bir tohum oldu DEĞİŞİM. Çünkü eğitim eksikti, çünkü iman taklidiydi, çünkü kadının örtüsü yalnız eti örtmek manasına daraltılmıştı. Bu DEĞİŞİM ile ev ev çarpışıldı ve DEĞİŞİM bazı mevziler kazandı, bazı muharebelerden galip ayrıldı. En sağlam mevzisi de küçük bey'in konağı idi. Bunun karşısında ise Tesbihçi ve Çocukluk Arkadaşı vardı. Küçük Bey'in DEĞİŞİM savaşında devlet gibi güçlü silahları varken, Tesbihçi ve Çocukluk Arkadaşı'nın arkasında zayıf ve şuursuz bir yığın insan ve yıkılmamış son kaleler olarak mescid ve evliya kabri vardı. Yazar işte vatanı böyle yorumluyordu.  En can alıcı yerlerden birisi ise Küçük Bey'in "Tesbihçi'nin arkasındaki insanlarda Tesbihçi'nin imanının onda biri olsaydı ben bu savaşı çoktan kaybetmiştim." beyanıdır.

                Cinayetin hikayesini özetlemiyorum. Çünkü yazarın söylediği gibi bu hikayede olayın başı sonu ortası önemli değil. Yine onun söylediği gibi bu hikayeye kendinize göre bir son yazabilirsiniz. Bu hikayede çatışma önemli, taraflar önemli, fikirler önemli. Yazarın DEĞİŞİM karşısında ortaya koyduğu tez, bunu destekleyici binbir örnek aslında sadece şunu anlatmak istiyor. Ah bir imanımız tam olsa. Başka hiç bir şey değil. Yoksa Avrupa medeniyeti bir hastalıktır. Bir gün yıkılacaktır. ONLAR'ın cisimleneceği özne sonsuza kadar Avrupa olmayacaktır. Biz savaşın tarafını unutmamalıyız. Ama şu an ki düşmanımıza karşı da donanımlı olmak gerektir.  Fikren maddeciliğin niçin ayakta kalamayacağını köklerimize hafif bir gözatmayla çözebilmeliyiz. 20. yüzyıl insanının maddecilik, pozitivizm adı altında dinleri yok etmeye çalışıp nasıl ideolojileri din haline getirdiğine şahit olmalıyız. Sekülerizmin komikliğini idrak etmeliyiz. İnsanın iman açlığına ne zelil yollarla gidermeye çalıştığına tanık olmalıyız.

                Son olarak Avrupa'nın maddece gelişmiş olmasına aldanmamalıyız. Maddece gelişmek elbette terakkinin bir kalemidir. Ancak "tek bir rota var o da Avrupa anlayışı" dar bir bakış açısıdır. Yeni olan her şey güzeldir, ileri olan her şey Avrupa'dır anlayışından kurtulmak gerekmektedir. Nasıl ki üzerinizdeki eski takım elbiseniz yerine yeni soytarı elbisesi giymeyi reddedecekseniz, bu kavramları da aynı şekilde reddetmeniz gerekir. Avrupa milletini ilerleten yöntem ve usül aynı şekilde bizi de ilerletecektir zihniyeti de yine dar bir bakıştır. Her milletin kendine has özellikleri vardır. Kendi yaşayış tarzı, hayatı yorumlayış biçimi farklıdır.  Bu tıpkı soğuk iklim toprağında tropikal meyve yetiştirememek kadar açıktır. Üstüne üstlük denenmiştir de....
               

                İlginç olan romanda hiç özel isim kullanılmamıştır. Karakterler: Komiser, Doktor, Çocukluk arkadaşı, kaatil, Gülüm, Küçük Bey gibi lakaplardır. Gülüm isim gibi gelebilir ancak çocukların kıza taktıkları lakaptır. Kitap Bahaeddin Özkişi'nin dünya ve Türkiye'nin evrensel ve aktüel sorunlarına karşı düşüncelerini bir cinayet çerçevesinde anlattığı bir romandır. Özellikle Çocukluk Arkadaşı'nın tiradları tekrar ve tekrar okunmaya değer kıymettedir.Polis kendini rüzgara kaptırarak aslından uzaklaşmıştır, onun modernistliği ancak taklididir. Süreç onu çocukluk arkadaşından nöbeti devralacak kadar pişirmiştir. Polis, "geriye dönerek ilerlemiştir". Doktor ise sekülerizmi temsil eder. Akıl; onun için yalnızca rasyonel olandan ibarettir. Fakat şahit oldukları onu seküler anlayıştan kurtarmış, modernite ve pozitivizmin yetersizliğini anlamasını sağlamıştır.


                     Beğendiği cümlelerin altını çizen okuyucular için hemen her sayfada mutlaka çizilecek bölümler mevcut. Felsefi yorumlar, kesin değer yargıları ve değişimci düşünceye karşı çürütmelerin bolca bulunduğu bir roman. Aynı zamanda cinayet tahkikatı da bu fikri tartışmaların gölgesinde kalmayacak derecede sürükleyici.

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Milliyetçilik ve Küreselleşme

                İnsanı insan olduğu için sevmek insanlıktır. İnsanı kendi kanından olduğu için sevmek ise ırkçılık. Biz milliyetçiler, "Yaradılanı sevdik Yaradan'dan ötürü" diyen Yunus Emre'lerin; "Gel ne olursan ol yine gel" diyen Mevlana'ların yoğurduğu kültürün sahiplenicileri olarak tanımlarız kendimizi. Nasıl ki 40 yıl önce ağabeylerimiz komünist güruha karşı kalem ve kılıç ile savaş verdiyse bugünün savaşı da bu ön kabuller ve tanım çerçevesinde beynelmilelciler, tatlı su hümanistleri ve sözde demokratlara karşıdır.
                               
                Yaradılan'ı Yaradan'dan ötürü sevme anlayışı Batı ile değişik sahalarda yaşadığımız 700 yıllık çarpışma sonucu aydın kesimin geçirdiği bunalım ile yozlaştı. "Milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemin" dizesiyle özetlenebilecek boyut ile bu yozlaşma ilk sağlam adımını attı. Bu durum 10 yıllık büyük bir ölüm kalım savaşından çıkan ve kendinden başka müttefik bulamayan bir milletin kendi milliyetçiliğine düşman olması ile günümüze kadar geldi. Asla kendisine saldırılmasını beklemeyen Türk milliyetçileri ise kendilerini savunma durumuna düştüler ve bir milletin efradının neden milletini sevmesi ve onun kültürünü yüceltmesi gerektiğini anlatmak gibi saçma ve gereksiz bir kavganın içerisine girmek zorunda kaldılar. Bu kavga  Erol Güngör, Cemil Meriç, Galip Erdem, Nevzat Kösoğlu gibi güçlü kalemlerle sağlam bir şekilde verildi ve malum tafsilatlı olarak ilan edildi.

                Bizim anlatmaya çalışacağımız nokta; günümüzde "Neden milliyetçi olmalıyım?" diye kendisine soran iyi niyetli akranlarımıza, ve milliyetçiliğe antitez olarak "Küreselleşen dünyada ne milliyetçiliği" tarzı muhtelif yorumlara karşı bir bildiri niteliğinde olacaktır.

                Öncelikle neden milliyetçi olmalıyım gibi bir soru yoktur. Milliyetçi kendini Türk hisseden ve Türk kültünün geliştirilmesi için çalışana denir. Tanımın içindeki "his" kelimesi önşarttır. Nasıl ki aşık olmak bir his işidir ve nedensizdir. Önündeki engelleri tanımaz, ne olursa olsun o aşkı kendi içinizde yaşarsınız; neden aşığım gibi bir soru sorup kendinize sebep aramazsınız. Milliyetçilik de milletini sevmek ve kendini Türk hissetmek ise sonradan cevaplanan sorular ile ikna olmak söz konusu değildir. Yani siz aklınızı kontrol edebilirsiniz ancak duygular kontrol edilemez. Heyecanlı iseniz mevcut bulunduğunuz durumun heyecanlanacak bir durum olmadığını kendinize akli kanıtlar ile telkin ederek heyecanınızı yatıştıramazsınız. Bu piramitte önce duygu sonra düşünce, önce his sonra akıl gelmektedir. Hissi işin içine kattığımız için bilimsel olmadığımızı iddia edenler olursa  eğer; milliyetçilik sosyolojik bir olgudur. İnsanın ana araştırma konusu olduğu bir bilim dalında hissi dikkate almak mı daha bilimseldir yoksa almamak mı? Cevabınız sizin bilimselliğinizi belirleyecek.

                Milliyetçilik bir sevme ve sevdiği uğrunda ter dökme onun uğrunda çalışma işidir. Maşuk ise milletin muhtevası ve onun kültürüdür. Milletinin maddi manevi ihtiyaçlarını karşılama aracı olan kültürü münevver nezdinde geliştirme ve onu halka aktarma; halka ne istemesi gerektiğini öğretme değil onun esas isteklerine uğraşmadır kültürü yüceltmek. Bunun birtakım araçları vardır. Tarih boyunca bir bayrağın peşinde giden ve bayrağın dalgalanmadığı toprağı vatan kabul etmeyen Türk'lerin birincil ihtiyacı her zaman için devlet olmuştur. Tabiri caizse müslümanın cenabet dolaşamadığı gibi Türk de devletsiz rahat edemez. Bunun faydacı ve bürokratik sebeplerini bir tarafa bırakırsak, yukarıda zikrettiğimiz kültürü koruma işlevini 2700 yıllık Türk tarihinde 20. asra kadar ancak Devlet yapmıştır. Türkler için devlet, kültürü korumak için vardır. Devlet milletin somutlaşmış halidir ve millete karşı yapılan saldırıları bir kalkan olarak devlet göğüsler. İşte 2700 yıldır kabul edilen bu anlayış sebebiyle Devlet Türk milliyetçileri için kutsaldır ve milleti için çalışmak isteyen, onun yücelmesi için uğraş veren her fert bunu devlet aracıyla yapar. Esasında bu saydığımız, anlatmaya çalıştığımız her şey kültürdür zaten. İşte Türk milliyetçileri kendi kültürünü anlatmak zorunda bırakılma gibi trajik bir davanın neferleri durumuna düşürülmüştür.

                Milliyetçiliğe karşı küreselleşmeyi antitez olarak sunanlar için bir sorumuz olacak. Küreselleşme dediğimiz kavramı kültür meselesinde mi algılamalıyız yahut medeniyet çatısında mı. Kültürün tanımını yukarıda yaptık. Bu tanıma kültürün, kimlik sahibi ve milli bir mefhum olduğunu ekleyeceğiz. Medeniyet bir kalıba oturtulmuş değildir. Bilgisayar her millet için aynıdır. Matematikte milli farklar yoktur. Bilim yerel farklılıklar sonucu bir şekle girip yöreye göre biçim almaz. Türkiye için her zaman tartışma konusu bu olmuştur zaten. Batılılaşma konusu tartışılırken "Batının tekniğini almalı iken ahlakını aldık" klişesinin kaynağı bu kültür ve medeniyet ayrımı noktasıdır. Türkiye toplumu hakkında kıymet hükümleri verirken mutlaka sahip olunması gereken donanım, kültür ve medeniyet kavramlarına vakıf olmaktır. Sağcı-solcu, milliyetçi-beynelmilel... gibi dünya görüşlerinin Türkiye'deki kaynağı işte tam bu nokta.

                Kültür ve medeniyet hakkında küreselleşme manasında yanıldığımız bir diğer önemli husus ise yeni ve eski meselesidir. Çok defa milliyetçilerin "gerici" diye yaftalanmalarının sebebi burasıdır. Dikkatinizi çekerim: Medeniyet dikey bir binadır. Üzerine konulan her yeni parça onu büyütür, yüceltir. Otomobil at arabasından iyidir, yeni bir iletişim aracı olan telefon mektuptan iyidir, yeni bilimsel keşif eskisinin üstündedir, yeni bir icat hayatı kolaylaştırır eskisinden kullanışlıdır vb. Yani yeni olan her şey medeniyet alanında hep ileri istikamettedir. Ancak kültür konusunda yeni her zaman iyi demek olmayabilir. Kültür yatay yapılı bir mekanizmadır. Onun ilerlemesi değil güzelleşmesi gerekir; ki kimi zaman eski olan kültür aygıtı yeni getirilenden daha güzeldir, bu yüzden eskisi tercih edilir. 16. asırda yapılan Süleymaniye Camii günümüzden 500 yıl önce yapıldı, mimari teknik olarak günümüzden geri idi ancak estetik olarak günümüzden ileridir. Şeyh Galip 18. asırda yaşamış olan bir şair olup günümüz şairlerinden eski olmasına rağmen şiirleri çok daha güzeldir. 

                Yeni dediğimiz şey daha biz onu yeni olarak tanımlarken bile yeni olmaktan çıkıp eskiler arasında sonuncu olmuştur bile. Milliyetçiliği reddetmek; bir ayağını eskiden, kadimden çekmek bütün bir kültür ve tarihi red manasına gelir. Tarih şuuru milliyetçilerde bu yüzden yüksektir. Milliyetçiler her anın eskiye karıştığı zaman denizi içerisinde, zenginliğinden faydalanacağı bütün bir birikimi kucaklar. Beynelmilelcilerin kültür-medeniyet ayrımını yapmamaktan kaynaklanan eskiye külliyen sırt çevirmeleri veya iyimser tabirle kültürü ve eskiyi yeterince önemli bulmamaları biz milliyetçiler ile aralarındaki en büyük farklardandır.

                Milliyetçiliğin karşısına küreselleşmeyi koyanlara karşı melalimizi bir türlü anlatamadık. Bu yüzden hep gerici damgası yedik ve bu yaftadan hiç bir gün gocunmadık. Kültür meselesinde bugünkü yozlaşmaya karşı "gerici"liği bir şeref madalyası gibi taşıdık. Küreselleşme dediğimiz şey mesafelerin kısalması, iletişim imkanlarının artması bunların sonucu olarak ekonomik, ticari ilişkilerin artması ve kolaylaşması idi. Ancak ne zamanki televizyonlar evimizin başköşesine geçti, o dikdörtgende gösterilen "imrendirici" hayatlar, yoğunlaştırılmış yaşam telkinleri ve dayatılan popüler kültür küreselleşmeyi bir kültür istilasına çevirdi. Küreselleşme denilen şey Batı kültürünün herkesin evinin içine izin almadan girmesi haline geldi. Faydası olduğu için değil herkesde olduğu için alınan televizyonlar, yine faydası için değil herkes izlediği için izlenen programlarla insanları uyuttu. İnsanlar hem bu uyuşukluktan ötürü hem de toplumdan dışlanma korkusuyla bu düzene aykırı davranmadılar ve kabul ettiler.

                Yeni küresel düzen şehirde idi. Sanayileşmesini tamamlayamamış tarım toplumlarında zorunlu şehirleşme ve köyden şehire göç bir kültür ikilemi yarattı. Şehirler içerisinde bambaşka kültürleri ile varoşlar ve gettolar oluştu. Bizim gibi ne sanayi toplumu olabilmiş ne de tarım toplumu olarak kalabilmiş milletlerde bu ikilem ve istila kaçınılmaz bunalımı getirdi beraberinde. Ve işte bugün en temel değerleri bile tartışır duruma gelmiş bulunuyoruz.


               Küreselleşme sınırları kaldırdığını iddia etti. Nitekim ticarette gümrük anlaşmaları ve televizyon-internet ile bunu başardı. Ancak bizim lafızlarda yaşayan aydın büyüklerimiz "sınır yoksa devlet yok, devlet yoksa millet yok!" dediler ve küreselleşmenin -Tarık Buğra'nın tabiri ile- "tabii müttefikleri" olarak devlete de millete de düşman kesildiler. Küreselleşmenin yılmaz savunucusu iken kültür istilasının da müdafileri olduğunun farkındalar mı bilemiyorum. Ancak nasıl ki biz "Batı'nın iyi yanlarını almalıydık" diyerek büyüdü isek bizden sonraki nesillerde "Küreselleşmenin iyi yanları..." meselesini tartışacaklar sanıyorum. Ve bu tartışmanın muhtevası: milli kültür, kültür istilası, popüler kültür, milliyetçilik ve bağımsızlık olacak.

17 Haziran 2014 Salı

Antisosyal

                "...Hizmet kusuru; idarenin yürüttüğü bir hizmetin kurulmasında, düzenlenmesi ya da işleyişindeki bozukluk ve aksaklık olarak geçer. Hizmet kusuru sadece kamu faaliyetlerini değil, idarenin kolluk, planlama, teşvik gibi birden çok faaliyetini de içermektedir..."

                "Akşamın sekizinde tam kafa dağıtmalık ders" diye düşünerek gülümsedi kendi kendine. Eskiden olsa, çok değil bir ay önce olsa sinirlenirdi. Kitaptan okuyarak ders anlatan doçentin doçentliğine içinden okkalı bir küfür savurur, yoklamaya imza atması için herkesin sahip olması gereken fedakar bir kız arkadaş bulup ya Bilge'yle vakit geçirir ya da kantinde çay ve sigaranın o karşı konulmaz muhabbet güdülemesine  kendini bırakırdı. Ama iki haftadır durum farklıydı. Sanki yaşam amacı elinden alınmıştı. Sanki yurttan dışarı çıplak çıkmış kadar antisosyal hissediyordu kendini. Şimdi ne yapacaktı, ne gayeyle sokağa çıkacaktı. Ne amaçla sınava girip ne amaçla uyanık kalacaktı? iki yıl önce bıraktığı psikiyatrik ilaçlarla dostluğuna geri mi dönecekti yoksa. Hayır hayır kendini toplamalıydı.

                Geleceği düşünmek bir intihardı sanki. Geçmişi düşünmek ise Harry Potter serisindeki crucio laneti. Yapması gereken tek şey düşünmemekti ancak şu durumda depresyonun getirdiği hiçbir şey yapmama isteği ile düşünmekten başka yapacak bir şey yoktu. Patlayan bir volkandan, kızgın bir tsunamiden nasıl kaçılamazsa, aşk acısı çeken bir insan da düşünmekten öyle kaçamaz. 10 dakikada bir rutin yaptığı bu muhakemeden sonra yine teslim oldu. Düşünüyordu. Şairlerin bunca yıl nasıl yanıldığını düşünüyordu. Aşk ateşi bağdaştırmasının saçmalığını düşünüyordu. "Ateş denilen şey dokununca yakar değil mi. Hatta uzun süre ateşle temas halinde kalınırsa temas eden madde de tutuşur. Bu bir fizik kuralıdır bundan kaçamazsınız. E peki bir yıl boyunca yüreğimdeki aşk beni kavurmuşken ve bir yıl boyunca seninle sevgiliyken nasıl benim aşkımın ateşi seni de tutuşturmadı. Yalan işte. Tıpkı senin gibi büyük bir yalan. Aşkın yakan soğukluğu olmalıydı asıl benzetme. Aşığı dondurur, ona acı verir ama maşuk buz tutmaz. Buz yakar, ama buza dokunursan buz tutmazsın. Biraz serinlersin en fazla..."

                Muhayyilenin odalarında zamandan ve mekandan bu düşüncelerle mücerred hale gelmişken telefonunun titreşimiyle tekrar üniversite amfisine döndü. Doçent bozuntusu hala kafası kitaba gömülü bir şekilde 'ders anlatıyordu'. Telefonu çıkardı. Ekrana baktığında önce birkaç saniye kalp atışları durdu sanki. Gelen mesaj Bilge'dendi. "Kampüsün dışındaki cafedeyim biraz konuşabilir miyiz?" yazıyordu. Hiç heyecanlanmadı. Hala delice sevmesine rağmen bir umudun olmadığının farkındaydı.Belki de insanca değil delice sevdiği için bunlar gelmişti başına. Düşünmek istemedi. Artık umut kalmadığına kendini ikna etmesi kolay olmamıştı. İkna olunca da kendisi ayrılmıştı zaten Bilge'den. Sonsuz yaşama sevincine sahip olup intihar etmek zorunda kalmak gibi birşeydi bu. İşte Bilge bir yılın sonunda bunu sunmuştu...

                Ders biter bitmez bu akamedik tiyatroya tek taraflı paydos verip cafeye doğru yola koyuldu. Kafasında hiçbir şey yoktu. Ne diyeceğini de merak etmiyordu. Muhtemelen yine kendisini suçlayacaktı Bilge. Zaten hep öyle olmamış mıydı. Sevgi ve aşk sorumlulukla evlidir. Bir tartışma sırasında kim alttan alıyorsa o an en çok o seviyordur. Bir yıl boyunca hep o alttan almıştı. Ancak galiba bir yıl boyunca en çok o değil sadece o sevmişti...

                - Merhaba Bilge.
                Ona ilk defa 'Bilge' diye sesleniyordu herhalde.
                - Merhaba Ali. Otursana.
                - Seni dinliyorum.
                - Seni meşgul etmeyeceğim merak etme. Sadece ayrılık konuşması yapamadık. Sürekli beni suçladığını biliyorum. Ama ben bunu hakedecek bir şey yapmadım Ali. Bana haksızlık ediyorsun. Sen çok iyi birisin ama ben seni üzecek hiçbir şey yapmadım. Sadece ikimizin hayatları çok farklı. Aynı şeylerden keyif almıyoruz denedik ama olmadı işte. Sen de artık ne kendini ne de beni daha fazla üzme.
                - Bunları söylemek için mi çağırdın ?
                - Senin söyleyecek bir şeyin yok mu ?
                - Bir ömür ağzımdan çıkacak her sözü sana söylemek istiyorum.
                - Ali...
                -Peki peki. Sana söyleyeceğim son cümle güzel olsun istedim.
                - Arkadaş kalamaz mıyız yani?
                - Aynı şeylerden hoşlanmıyoruz sanıyordum.
                - ...
                - Bilge...O bana baktığın bana hayat veren gözlerin, mavisi okyanuslar beyazı gökler olan gözlerin ikimizinde yaşadığı dünyayı temsil ederken, o kum rengi saçların hepimizi yakıp kavuran güneşi kıskandırırken ne kadar farklılığımız olabilir ki. Herşeyden önce aşk farklılık dinler mi? Sen bunları göremiyor ya da görmeye yanaşmıyorsan ben biraz yardımcı olabilirim. Senin bu neymiş diye gözattığın gazete parçasının ben senin gözün değdi diye bir gün sonra bütün yazarlarının bütün yazılarını ezberlerim. Senin saçına değen tarağın kaç dişli olduğunu öğrenmeden benim gözüme uyku girmez. Senin kaldığın yurttaki bütün öğrencilerin sülalesinin ne iş yaptığını biliyorum be ben. Ben hayatımın yörüngesine seni oturtmuşken, nefes alışverişlerim bile senin adını sayıklıyorken seninle hayat algımın farklı olması nasıl mümkün olabilir? Sen benim hayatımda öylesine büyüksün ki ne kalbimde ne beynimde senden başka herhangi bir şeye yer yok Bilge. Benim için güzellik sana ne kadar benzediği, kötülük senden ne kadar uzak olduğu ile belirleniyorken bana farklı algının ne demek olduğunu açıkla!

                - Ali ben...

                - Bana sen iyi birisin seni kırmak istemiyorum masalı okuma. Sen beni en çok sevdiğim şeyden vazgeçmek zorunda bıraktın. Benden ayrılmak cesaretini bile gösteremedin. Yine sorumluluğun altına beni soktun. Bir yıl boyunca benden bir kez bile özür diledin mi Bilge? Yani bir kez bile ben haklı değil miydim ben? Ne olurdu bir kez olsun bencillik yapmasan, bir kez olsun sorumluluk alsan. Bu yaşanmışlıklar sadece bir yere varıyor Bilge. Buna inanmayı inan hiç istemiyorum ama biliyorum sen beni hiç sevmedin.

                - Ali sevdim.

                - Ben artık senin isteğinle senin hayatında bir hiçim. Beni hiçbir şeye inandırmana gerek yok. Sadece kendini inandır Bilge...
               
                ...


                Cafeden çıktı. Havada tatlı bir akşam esintisi vardı. Yurda uzak yoldan yürümeyi tercih etti ve bir sigara yaktı. Beyni cafedeki konuşmaları hatırlamasını emrediyorken yüreği bu rahatlamanın tadını çıkarması gerektiğini öğütlüyordu. Nasılsa yarın eski bunalımına geri dönecekti. Bari bu gece sigaranın keyfini çıkarabilmeyi istedi...

11 Nisan 2014 Cuma

Tarihi Tahayyül

                İnsanlarla tanışma-kaynaşma sorunum olmasına rağmen farklı farklı kişilik ve karakterleri layıkıyla tanımanın en iyi kendini geliştirme metodunu olduğuna inanırım. Ama bu hem seçmeden karşılaştığın herkesle tanışma olmadığı gibi sadece arkadaş veya tanış olarak insan tanıma da değildir. Tanış olarak insan tanımayla beraber; bir film izleyerek o filmi çeken yönetmeni tanıma, filmdeki hikayenin sahibinin, senaristin yarattığı karakterleri tanıma, bir roman okuyarak o romanın yazarının muhayyilesini keşfetme, yazarın romana yansıttığı tipleri tanıma da kendini geliştirme bağlamında kişilik tanımaya örnektir.

                Bununla ilgili olarak bir çok kişinin okuduğu "Olasılıksız" romanında bir kavram anlatılıyor. Ortak bilinç denilen bu kavramda aslında bütün insanlığın düşünce alemine münferit olarak her insanın ulaşabileceği anlatılıyor. Yani ortak ulaşılabilir bir ağ var ve herkes beyin yoluyla o ağa ulaşarak insanlığın tamamının düşünce alemine erişebiliyor. Kitabı bir kaç sene önce okuduğum için tam hatırlayamıyorum ama sanırım kitaba göre bu ağ o an hayatta olan insanların arasında mevcut olan bir ağ idi ve ölen insanların düşüncelerine erişilemiyordu doğal olarak.

                Son bir kaç yıldır pek moda bir kelime olan "empati" meselesini bu ortak bilinç yoluyla tarihi tahayyül ile birleştirmeyi başarabilsek sizce de bugünkü bir çok haklı haksız kavgasını çözmez miydik? (Tesadüfe bakın ki Olasılıksız'ın yazarının bir diğer meşhur kitabının adı da Empati'dir) Ya da sorun çözmek için değil sırf merakımızı tatmin etmek için bile böyle bir imkanımız olsaydı muhteşem olmaz mıydı?
               
                Öyle çok yüksek şahsiyetlerin nasıl yaşayıp neler düşündüklerini değil de aslında onların yanındaki sıradan insanların onlar hakkındaki görüşleri beni daha çok çekiyor. Ne bileyim, bu belki de onlarla aynı devirde yaşasaydım nasıl davranırdım sorusuna bir cevap veremememden ötürüdür belkide...



                Ben Yakup Cemil'i kurşuna dizen mangadaki bedbaht askerlerden biriyim. Bizim dönemimiz yiğitlerin yatakta ölmedikleri bir dönemdi amma Yakup Cemil gibi korkusuz bir yiğiti ben daha hiç görmedim. Onu Bekirağa Bölüğü'nden teslim aldığımızda acele ile hareket edişi karşısında ne yapacağımızı şaşırdık. Ona "dur, yavaş" diyecek cesaret ve saygısızlık hiçbirimizde yoktu. Ancak komutanımız neden hızlı hareket ettiğini sorduğunda asker evlatlarının vaktini daha fazla beyhude harcamak istemediğini söyledi. İşte biz bir saat içinde böyle bir adamı vuracaktık. İnfazın yapılacağı yere geldiğimizde ise ellerini ve gözlerini bağlayacak askere, azar ve şefkat arası o ancak komutanların ve babaların ulaşabileceği ses tonuyla "bırak asker! sen bizi kurşundan korkacak ve kaçacak mı sandın! Sen yalnız işini iyi yap, ben kolay kolay ölmem" dedi. Hakikaten de dediği gibi oldu. Kendi askerinin kurşunuyla vurulduğundan olacak tam 30 dakika kalbi attı Teşkilat-ı Mahsusa'nın o arslan yiğidinin.

                Ben Enver Paşa'nın Türkistan'a ilk gidişinde onu karşılayan mücahitim. Moskof zulmüne ve esaretine karşı bütün heybetiyle Hürriyet Kahramanı Enver Paşa savaşmaya gelmiş. Yarabbi o nasıl bir vakar , o ne büyük bir haysiyet, o ne yüce bir şahsiyet. Eski, yaşlı Osmanlı bizi unutmadı, şanlı Enver Paşa'yı bize umut olarak yolladı, sağolsun ve Allah hepimizin yardımcısı olsun ... Bize Anadolu'dan gelen kardeşlerimiz orada Enver Paşa'mızın kaçak olarak anıldığını söylüyorlar. Haşa ve kella! O kaçmadı, o bir mücahitti ve "hürriyet" uğruna savaşarak inşallah şehit oldu.

                Ben bir inşaat ustasıyım. Velinimetim Mimar Sinan ustamla çalışmanın ne büyük bir lütuf olduğunun da farkındayım. O gün ustamın bile şaşırdığı bizim ise adeta hayretten zanaatı unuttuğumuz bir olay meydana geldi. Saray erkanından bir bölük ile inşaat alanına gelen ustam kıyafetinden ve saraydan gelenlerin hitabı üzerine İran elçisi olduğunu anladığım bir adamın şaşkın bakışları önünde bir sandık mücevheri Süleymaniye Camii'nin harcına döktü. Haberi duyup civardan gelen halkın gözü önünde harç karıştırıldı ve ustam birkaç aydır temeli oturması için beklediğimiz minarenin inşasını başlatmamı emretti. Olayın şaşkınlığı ve hayretini üzerimden atamadan emre uymak zorunda kaldım. Ben padişahımızın İran elçisine gösteriş için hazineden yahut kendi malvarlığından mücevherat getirtip bunların yaptığını düşünüyor bir yandan da istemeye istemeye padişahımıza gereksiz bir gösteriş için israf ettiğinden dolayı kızıyordum. Bir kaç hafta sonra meselenin iç yüzü ortaya çıkınca kendimden utandım ve padişahımızı haksız yere itham ettiğim için tövbe ettim. Meğer Tahmasb'ın Cihan Padişahı Sultanımıza ve Devletimize istihfaf etmek için gönderdiği altınlar imiş onlar.

                Ben Sultan III. Selim'in hizmetkarıyım. Padişahımız musikiyle iştigal ederken yanında yakınında pek kimseyi istemez. O yüzden kapısında nöbet beklerim. O Suz-i Dilara Peşrevi'ni ilk meşkettiğinde kapısında yine ben vardım. Bütün beste basamaklarını, küçücük detaylara saatlerce nasıl takılıp mükemmele ulaşmaya çalıştığının yegane şahiti ve de kulak misafiriyim. Cihanın en büyük devletlerinden birinin başındaki Sultan'ın böylesine zarif bir zat olması dünya için ne kadar da hayırlı!

                Evet ben o savaştaydım. Ankara'da, aynı dili konuşan, aynı tip kıyafet giyen, aynı şeye inanan, aynı yemeği yiyen orduların çarpıştığı o talihsiz savaşta ben de vardım. O savaşta kimin ne tarafta olduğunun çok bir önemi yoktu. Her iki tarafta da kardeş kardeşe vuruyordu. Zaten kimin ne tarafta olduğu da belli değildi. Beyazıd Han'ın zaptettiği bütün Anadolu beyliklerinden gelen askerler biz daha ne olduğunu  anlamadan bize kılıç doğrultmaya başladılar. Biz henüz fillerin şaşkınlığını üzerimizden atamamışken bir de kimin dost kimin düşman olduğunu anlamamamız üzerine panik ve kargaşa kaçınılmaz oldu. Padişahımı vermemek için çok vuruştum, çok döğüştüm. Amma başaramadım. Kafam kopaydı da efendimi kaptırmayaydım, amma yapamadım. Habil ve Kabil'i andığımız o kavgadan sonra aksaçlı-aksakallı yaşlı topal bizi pusatlarımıza el koyup gönderdi. Sudan çıkmış balığa dönmüştük, bu bizim için bir yıkımdı. Silahsız bir askerin halet-i ruhiyesini anlayamazsınız. Biz esir bile olamamıştık...


                ...


                Aynı Ahmet Hamdi'nin söylediği gibi. Biz aslında özlemini çektiğimiz eski devirleri yaşamak istemiyoruz. Biz esasında o dönemlerin gerçekten yaşandığını bildiğimiz için mutluyuz.

                 

18 Mart 2014 Salı

Beyaz Gemi Roman Tahlili




ESERİN BİÇİMİ İLE İLGİLİ BİLGİLER

Eserin adı: Beyaz Gemi
Yazarın adı: Cengiz Aytmatov
Çevirmenin adı: Refik Özdek
Yayınevi: Ötüken
Yayım yılı ve sayfa sayısı: 1991 / 174

ROMANIN ÖZETİ

                San-Taş vadisindeki üç hanelik yerleşim yerinde çocuk, dede ve ninesiyle birlikte bir haneyi temsil ediyordu. Diğer hanelerde ise Seydahmet ve karısı Gülcemal ile kızı, son hanede ise oranın şefi olan Orozkul enişte ile çocuğun teyzesi yaşıyorlardı. Orozkul enişte ve Bekey Teyzenin çocukları olmuyordu, bundan dolayı Orozkul enişte çok aksiydi. Şartların imkansızlığından ötürü kayalarla ve dürbünüyle arkadaşlık eden çocuk her zamanki gibi yörede vakit geçirirken; arada bir bu küçük yerleşim yerine de uğrayan ve maşin-mağaza denilen gezgin satıcının arabası ile geldiğini farkeder. Zaten monoton bir hayatı olan çocuk için bunun gibi değişiklikler ciddiyet arzettiği için hızlıca köye haber vermeye koşar. Köyün kadınları içinde güzel bir değişiklik olduğundan dolayı mağazaya koşarlar ancak satıcının "üç kuruşluk" dediği alışverişten başka doğru düzgün bir şey almazlar. Satıcı oflayarak toparlanırken çocuğun dedesi olan Kıvrak Mümin gelir. Satıcının ısrarı ve dedenin iyiniyeti sonucu Mümin dede torunu bir mevsim sonra okula başlayacağı için ona bir çanta alır. Çocuk çok sevinir ve köydeki herkese teker teker çantasını göstererek övünür. Çocuk çok değer verdiği yeni arkadaşını Tank, Ihlamış deve, Kurt ve Eyer adını verdiği kaya-arkadaşlarla tanıştırır ve diğer bir arkadaşı olan dürbünü yanına alarak civardaki tepeye çıkar.

                Tepeden bu dürbünle heryer görünür. Köyün yakınından geçen çay, dedenin çocuğa yaptığı küçük gölet, uzaktaki okul, uçsuz bucaksız Isık-Göl ve ormanlar...Çocuk bunları izlemekten çok zevk alır bir yandan da dürbünle konuşurdu. Ama çocuğun esas izlemek istediği başka bir şey vardı. Beyaz Gemi. Isık-Göl'de arada bir gözüken, nerden gelip nereye gittiği bilinmeyen bu gemiyi beklerdi çocuk hep. Çünkü babasının o gemide olduğunu düşünüyordu. Geçmiş bir günde dedesinin anlattığına göre babası çocuğu ve annesini bırakıp gemicilik yapmaya gitmiş, şimdi başka karısı ve çocukları varmış. Anne ise baba gittikten sonra çocuğu dedeye terketmiş. O da şehirde başka biriyle evlenip çocuk sahibi olmuş. Bir daha da çocuğu görmeye gelmemişler. Çocuk beyaz gemiyi izlerken hayaller kuruyordu. Bir balık-adam olduğunu, çaydan yüzüp Isık-Göl'de beyaz gemiye ulaştığını, babasına kendini gösterdiğini ve ona sarıldığını düşlüyordu. Ve balık-adam olmak onun için uzak bir hayal değildi. Bir gün yapacaktı bunu. Babasına ulaştığında ona buradaki hayatını anlatacaktı. Dedesinin ne kadar iyiniyetli ve saf bir insan olduğunu, ona nasıl kötü davrandıklarını, ninesinin kendisine nasıl sanki bir yabancıymış gibi davrandığını, Orozkul enişteyi ve eniştesinin her sarhoş olduğunda kısırlıkla suçlayarak Bekey Teyzeyi dövüşünü, okula başlayacağını herşeyi anlatacaktı. Peki sonra? Sonrasını bilmiyordu. Hayallerden uyandığında dürbünü kendi evine çevirdi ve buzağının ninesinin entarisini çiğnediğini gördü...

                Ninesinden korka korka eve giden çocuk yiyeceği azarı düşünüyordu. Ancak evde bir sessizlik vardı. Dedesi bir köşeye sinmişti ve Nine evde yoktu. Anlaşılan eniştesi yine teyzesini dövmüştü ve Nine barıştırmak için ordaydı. Yukarı çıkıp yatağına yattı. Çantasıyla beraber dedesinden masal dinlemeyi düşünüyordu ancak bugün olmayacağını bliyordu. Olsun, çantasına kendisi anlatabilirdi.

                Bu Boynuzlu Maral Ana efsanesi mensubu oldukları Buğu aşireti için çok önemlidir. Efsaneye göre çok eski zamanlarda Enesay nehri civarında yaşayan kabileler sürekli birbirleriyle savaş içindedirler. Bu kabilelerden biri de Kırgızlardır. Kabileler düşman olmasına rağmen töreye göre cenaze törenlerinde saldırı olmaz. Kırgızlarda başbuğlarının cenaze törenini düzenlemektedirler. Onun için geleneğe göre cenazeye yurtları gezdirilir ve onun için bir şölen yapılır. İşte bu şölen sırasında düşman kabile Kırgızları kuşatır ve saldırıya geçer. Töreyi bozdukları anlaşılmasın ve bu olay tamamen kapansın diye Kırgızların tamamını öldürürler. Kıyım bittikten sonra alana bir kız ve bir erkek çocuk gelir. Bunlar ormanı gezmek için şölenden kaçmış Kırgız çocuklarıdır. Ağlayarak düşman ordusunun peşinden koşarlar. Çocuk oldukları için yalnız kalmaktansa katillerin peşinden koşmayı tercih ederler. Üç gün bu orduyu kovalarlar ve üç günün sonunda yetişirler. Çocuklar Han'a götürülür. Han çocukların ölüm emrini verir ve Çopur Topal Ana'ya infaz görevini verir.

                Topal Ana çocukları uzaktaki bir uçuruma götürür. Tam çocukları uçurumdan aşağı itecekken Boynuzlu Maral Ana gelir ve kadına çocukları öldürmemesini, onları kendisine vermesini, kendisinin çocuklarının öldüğünü ve bu insanları evlat edinmek istediğini söyler. Maralın konuşmasına önce şaşıran Topal Ana, Maral ile dalga geçer çocuklara bakamayacağını söyler. En sonunda ikna olur ancak Maral Ana'yı insanların nankör olduğu günün birinde bu insanlar ona ihanet eder ve herhangi bir kötülük ederlerse sorumluluk taşımayacağı konusunda uyarır.

                Maral Ana ve çocuklar Enesay nehrinden 3 yıl boyunca uzaklaşırlar ve Isık-Göl civarına gelirler. Çocuklar ergin olduklarında evlenirler ve kadın hamile kalır. Doğum sancıları başlayınca adam Maral Ana'yı yardıma çağırır. Maral Ana boynuzunda bir beşik ile gelir. Kırgızların soyu burdan devam eder ve Maral Anaya saygı göstermek için "Buğu" adını alırlar. Zaman geçer, Buğulardan çok zengin bir adam vefat eder. Oğulları  babalarının mezarlarını şereflendirmek için mezara bir maral boynuzu dikmek isterler. İhtiyarların karşı çıkmasına aldırmadan bir maral öldürülür ve boynuz mezara dikilir. Zamanla bu bir adet haline gelir ve marallar avlanmaya başlanır. Sayıları çok azalan maralların soyu tükenmeye yaklaşır ve anlatılanlara göre Boynuzlu Maral Ana son kalan yavrularını da alıp Isık-Göl'ü terkeder ve insanlara küser...

               
                Mevsimler geçmiş sonbahar gelmişti. Çocuk da artık okula başlamıştı ve okulu çok seviyordu. Her sabah dedesi beş kilometre uzaktaki okula at üstünde çocuğu getirip her öğlen okuldan almaya gidiyordu. O gün Orozkul ile Mümin dede dağa çıkmışlardı. Kesilmesi yasak olan ormandaki ağaçları hediyeler ve rüşvetler karşılığında insanlara veren Orozkul için bir ağaç kesmişlerdi ve onu aşağı götürmeleri gerekiyordu. Her zamanki gibi tomruğu indirirken zor işi yaşlı Mümin yapıyor üstüne üstlük atı üstündeki Orozkul'dan bir ton azar işitiyordu. Mümin, Orozkul'dan torununu okuldan almak için izin istedi ve tabiki alamadı. Çaya gelince tomruk çayda bir kayaya sıkıştı ve onu sıkıştığı yerden çıkaramadılar. Orozkul atı çok zorluyordu ancak bir işe yaramıyordu.Bu sırada üç tane maral gördüler ve dede çok heyecanlandı. Isık-Göl civarına yıllardan beri marallar ilk defa geliyorlardı.  Mümin köye dönmelerini, atı çok zorladıklarını, çocuğu okuldan aldıktan sonra bir daha denemelerini söyledi. Çok sert bir red cevabı alınca hayatında hiç kimseye tek bir kötü söz dahi söylememiş olan Mümin dede hiddetlendi. Çocuk iki saattir bekliyordu, kesin çok korkmuştu. Döndü ve gitmeye başladı. Orozkul Mümin'i durdurup ona yumruk attı. Bunun üzerine arkasına bile bakmadan köye dönen Mümin dörtnala torununu almaya gitti.

                 Çok korkmuş olan çocuğa dede neşelenmesi için maralları anlattı. Çocuğun biraz keyfi yerine geldi. Köye döndüklerinde ise felaket onları bekliyordu. Orozkul Bekey Teyzeyi öldüresiye dövmüş ve onu evden kovmuştu. Müminin geldiğini görünce ona  da işten kovduğunu söyleyerek bağırdı. Durum çok kötü idi. Nine de sürekli dedeye kızıyor dırdır ediyordu. Dede ise bir köşeye sinmiş duruyordu. Sessizce yemeklerini yediler ve çocuk yukarı uyumaya çıktı.

                Çocuk hastalanmıştı ateşi vardı ve doğru düzgün uyuyamıyordu. Zaten dışarıdan bağrışma sesleri geliyordu sürekli. Çocuk biraz da ateşli olduğu için sürekli Maral Ana'yı düşünüyordu. Dedesinin gördüğünü söylediği maralları bugün çay kenarında kendisi de görmüştü ve dişi olanının efsanedeki Maral Ana olduğuna inandırmıştı kendini. İşte o Maral Ananın boynuzunda bir beşikle gelip Bekey Teyzesinin çocuk sahibi olması için ona yalvarıyordu. O zaman bütün sorunlar bitecekti. Hayalinde sürekli bunu canlandırıyordu. Bu arada bir kamyon sesi duydu çocuk. Gelen tomruğu almaya gelen rüşvetçilerdi. Kamyon sesini duyunca çocuk köye bundan önce gelen kamyonlarla ilgili anısını hatırladı.

                 15 tane askeri kamyon köyün arkasındaki ormandan ot depolayacaklardı. kamyonlar geçerken çocuk hepsinin arkasından teker teker koşturuyordu. En sonuncu kamyonun şoförü kamyonu durdurup indirdi ve çocukla sohbet etti. Şoförün adı Kulubeg idi. O günün akşamı korkunç bir kar fırtınası çıktı. Aile evde ateşin başında otururken kapı acı acı çaldı ve kamyon şoförlerinin bir kısmı sığınmak istediler. Şoförleri buyur eden dede ile Nine onların fırtınaya yakalanma hikayelerini dinlediler. Ertesi sabah kamyonların donan su depolarını ısıtmak ve Kulubeg ile arkadaşlarını uğurlamak için giderken çocuk da gelmek istedi. Dede çocuğa diz boyu karda yürüyemeyeceğini kendisinin de elleri dolu olduğu için taşıyamayacağını söyleyince Kulubeg çocuğu sırtına aldı ve onunda gelmesini sağladı. Kulubeg yakışıklı idi, güçlü kuvvetli bir vücudu vardı ve dürüst bir insandı. Çocuk onun gibi bir abisi olsa hiçbirşeyden hatta Orozkul'dan bile korkmayacağını düşündü...

                O günkü kamyon ise rüşvetçilerdi. Sabah Orozkul, Seydahmet ve rüşvetçiler kamyonla birlikle tomruğu çıkarmaya gittiler. Nine dedeyi de kendini affetirmesi için grubun peşine taktı. Dede ise hep itaat ediyordu. Hakaret ve aşağılamalara rağmen dede kendini hep en zor işlere attı. Yolda o üç maralı gördüler. Seydahmet marallardan lezzetli ve çok et çıkacağından bahsetti. Orozkul ise onayladı ve dönerken birini avlayacaklarını söyledi. Mümin karşı çıkmak istedi ama ne çare!

                Grup köye döndüğünde hemen hepsi sarhoştu. Sadece cenaze törenlerinde bir bardak votka içen dede bile içmişti. Maralın cesedini avluya koyup etini parçaladılar. Kelleyi bir kenara alan sarhoş Orozkul bir balta buldu ve hınçla hayvanın boynuzuna vurmaya başladı. Bu arada çocuk dışarı çıktı ve yerdeki ölü maralı gördü, tabi eniştesinin boynuzla olan mücadelesini de. Midesi bulanmaya, başı ağrımaya başladı. Kendini yıkılmış hissediyordu. Dünden beri çok acıya katlanmıştı. Teyzesi çocuğun halini gördü. O da içmişti. Çocuğu zorla kendi evine götürdü ve biraz yatırdı.

                Akşam etler pişirilip içkiler doldurulduğunda ziyafet başlamıştı. Konuşmayı dedeye yaptırdılar. Çocuk etten yemek istemiyordu, midesi bulanıyordu ama zorla bir tabak yedirdiler. Dedesi perişan durumdaydı. Alkol sohbetine dalan sofra dedenin çıktığını farketmedi. Sofrada sözü Seydahmet aldı. Sarhoş taklidi yaparak dedeyi maralı vurmaya nasıl zorladığını anlatıyordu. Sofradaki herkes kahkahalar atıyordu. Dede reddedince onu Orozkul'a şikayet etmekle tehdit ettiğini söyleyince sofradakiler iyice gülmeye başladı. Çocuk kendini iyice güçsüz hissetmeye başladı. Mide bulantısı arttı. Efsanedeki Maral Ana'yı öldürmüşlerdi ve öldüren de dedesiydi. Dün geceden beri dedesinin zavallı halini, ninesini, Orozkul eniştenin bağırtılarını ve Maral Ana'yı hatırlayan çocuk dışarı çıktı. Dedesini avluda yerde sırtüstü sarhoş bir şekilde yatarken buldu. Dedesine seslendi, onu dürttü ve çaya gideceğini, balık-adam olacağını söyledi ama dedesi inlemeden başka tepki vermiyordu.

                Çocuk çaya doğru gitti, kendisini çayın soğuk sularına yavaşça bıraktı. Ama balık-adam olamayacağını bilmiyordu...


KARAKTERLER

ÇOCUK: Kısa boylu, tostoparlak, ince boyunlu, büyük kafalı ve büyük kulaklı bir çocuk. Annesi ve babası terketmiş, dedesi ve üvey ninesiyle beraber kalıyor. Çocuk yalnızdır, kendine cansız arkadaşlar edinir. Hayal dünyası geniştir.

KIVRAK MÜMİN: Basık ve yumuşak burunlu, uzun boylu değil ancak bir delikanlı gibi çevik ve becerikli. Yüzünde çok az sakal var. Kendini saydıramayan, iddiasız, ayak işleri yaptırılan, iyiniyetli ve saf bir insan. Kullanılmasına rağmen o bundan alınmaz ve bu işleri bir görev gibi benimser. Köyde düşük bir maaşla işçi olarak çalışıyor. İki kızı var.

OROZKUL: Adam kullanan, rüşvetçi, kötü niyetli, karısını döven, amir nüfuzunu kullanan, alkol düşkünü ve haris. Mümin dedenin damadı. Köyün şefi, çocuğu olmuyor. Şehir hayatına özeniyor ve halkı küçümsüyor.

SEYDAHMET: Söz dinleyen, güçlü kuvvetli ama tembel, kimseyle tartışmaz, uyuşuk ve uykucu. Köydeki hanelerden birinin erkeği.

BEKEY TEYZE: Çocuğun teyzesi. Orozkuldan her sarhoş olduğunda dayak yemesine rağmen kocasına sadık. Çocuğu olmuyor.

NİNE: Beş çocuğunu kaybetmiş. 18 yaşındaki oğlu savaşta ölmüş. İlk kocası Taygara kar fırtınasında yitmiş sonra Mümin dede ile evlenmiş. Dırdırcı, bir günü diğerini tutmayan, şefkat yoksunu.

DİĞER KARAKTERLER: Kamyon şoförü Kulubeg çocuğun hayran olduğu kişi. Gülcemal ve kızı. Çocuğun annesi ile babası, ikiside çocuğu terkedip yeniden aile kurmuşlar. Çopur Topal Ana, efsanedeki kehanette bulunan kadın...



ZAMAN

                Nine 18 yaşındaki oğlunu savaşta kaybettiğine göre savaştan yaklaşık 30 yıl sonra olması gerekiyor. Yani roman 1975-1980 yıllarında geçmiştir. Bütün olay 3-4 ay içerisinde gerçekleşir. Hatta romanda toplam anlatılan gün sayısı çocuğun hatıralarını ve efsaneyi saymazsak çanta alınan gün, Mümin ile Orozkulun kavga ettiği gün ve ertesi gün olmak üzere 3 gündür.

                Çocuğa çantanın alındığı birinci günden sonra romanın anlattığı son güne kadar geçen aylar anlatılmayarak atlanmıştır.

                Çocuğun kamyon şoförü Kutubeg ile olan anısı da kitapta hacim olarak azımsanmayacak derecede yer kaplar. Bu yüzden romanın anlatımında geçmiş zaman da kullanılmıştır diyebiliriz. Bunun yanında çocuğun annesi ile babasının durumunu öğrendiği geceyi de geçmiş zamana sayabiliriz.

MEKAN

            Beyaz gemi romanı Isık-Göl yakınındaki San-Taş vadisinde üç hanelik küçük bir köyde geçer. Olaylar genelde dört duvarın dışında, orman gibi çay kenarı gibi açık alanlarda gerçekleşir. Çok geniş bir mekan yelpazesi olmamakla beraber orman, okul köy arası yol ve karavul dağı mekanlardan bazılarıdır.

                Romanın geneli için saydığımız kaidelere Boynuzlu Maral Ana yine istisna teşkil eder. Efsanede roman mekanlarına Enesay nehri kıyıları da katılır.

ANLATICI VE TİP-KARAKTER

                Yazar romanın genelini hakim bakış açısıyla yazmıştır ancak çocuğun dürbünle beyaz gemiyi izlerken muhayyilesinde babasına hayatını anlattığı bölüm kahraman bakış açısıdır. Romanın geri kalan kısmının hakim bakış açısı olduğunu ise romanda yer yer ilerisi hakkında verilen ipuçları yani anlatıcının geleceği bilmesi ve karakterlerin ruh hallerini okumasından anlıyoruz.

                Yazar romandaki şahsiyetleri oluştururken romanda kullanılan tip ve karakter teknikleri arasından "tip" tekniğini tercih etmiştir. Şahsiyetler iç çatışmalar yaşamazlar, git-gelleri yoktur. Temsil ettikleri ruh hali veya davranış ne ise ona göre hareket ederler. Örneğin Mümin dede iyiniyeti, saflığı ve sabrı temsil eder ve asla bu çerçevenin dışına çıkmaz.

DİL VE ANLATIM

            Yazar bu romanında uzun, sıralı cümlelerden kaçınıp herkesin anlayabileceği kısa cümleleri tercih etmiş. Herhangi bir süslü veya sanatlı anlatım kaygısı bulunmamaktadır, gayet akıcı ve sade hızlıca okunabilen rahat bir anlatım kullanmıştır. Yoğun ve anlaşılması güç olaylar zinciri yerine, meseleleri olduğu gibi anlatmayı rahat kılan beyni yormayan bir olay örgüsü mevcuttur.

                Çeviride ise göze batan herhangi bir durum yoktur. Çevirmen kelime tekrarına düşmemiştir. Hangi kelimeleri çevirip hangi kelimeleri olduğu gibi bırakması gerektiğini çok iyi bilmiştir. At-ata-taka üçlemesindeki takayı çevirmeyip anlamını dipnot düşmesi ahenk açısından gereklidir. Avıl kelimesini baybiçe sıfatını dipnot düşerek olduğu gibi alması kültür aktarımı bağlamında doğru bir tercihtir.


DEĞERLENDİRME

                Romanda şekli unsurları bir tarafa bırakıp verilmek istenen mesajları ve satır aralarını  incelemek gerekirse: öncelikle nispeten az olan kişi kadrosunda net bir şekilde iyi ve kötü şahsiyetler olduğu göz ile görülmekte. Özellikle kötü taraf olan Orozkul ile iyi olan Mümin karakterleriyle bu çatışma iyice göze çarpıyor. Ama bu çatışmada okuyucuyu bir nokta rahatsız ediyor. Evet bu rahatsızlığın sebebi elbette romanın sonunda çocuğun ölümü ile kötülerin kazanıyor gibi görünüşü ancak biz istemeden aslında Mümin dedeye kızdık bütün roman boyunca. Ona acıyoruz belki gördüğü muameleden ötürü ama Mümin dedenin tercih ettiği "pasif iyilik", "miskin kabulleniş", okuyucuya dokunuyor. Kitabı okurken açıkçası en heyecanlandığım bölüm Mümin dedenin hiddetlenip Orozkula bağırmasıydı. Ve bu bağırmadan sonra birkaç dakika Orozkul afallamış ve itaat etmişti. İşte esasında okuyucunun istediği budur. Yeri geldiğinde kuvvet kullanan bir adalet anlayışı.

                Bu adalet mefhumunun kuvvet eksiğini romanın başkarakteri olan çocuk da farkediyor. Çocuğun içinde hep bir sıkıntı var romanda ve öyle sanıyorum ki o sıkıntının nedeni işte bu adaletsizlik. Çocuğun romanın büyük bir kısmını kaplayan hayallerini gözden geçirdiğimizde hep bir sorunu çözmeyi ve adaletsizliği gidermeyi sağladığını görürürüz. Neden hayaller? Çünkü çocuğun çevresinde gördüğü insanların gücü buna yetmiyor. Bunun da aslında en büyük  örneği dedesi. Romanın daha başında babasızlığın getirdiği adaletsizliği balık-adam olarak çözmeye çalışıyor. Romanın muhtelif yerlerinde vurguladığı herkes çocuk sahibi oluyor da eniştem ile teyzem niçin olamıyor sorununun çözümünü de Boynuzlu Maral Ana'nın boynuzunda getireceği beşikten bekliyor. Orozkul'un zulmüne karşı hayalinde Kulubeg'e verdirtiyor. Küçük yaşta sorunlarla karşılaşan çocuğun adalet özlemini görebiliyoruz.

                Romanda göze çarpan bir diğer nokta ise Maral Ana efsanesinin lafzen okuyucuya anlatılması. Ben bunun boşuna olmadığını düşünüyorum. Efsaneden çıkaracağımız sonuç şudur ki Çopur Topal Ana'nın kehaneti gerçekleşmiştir. Yani insanlık kurtarıcısına ihanet etmiştir. Kötülük, (zengin Buğu'nun zengin çocukları) iyiliğe(ihtiyarlara) galebe çalmıştır. Bunu maralları öldürme yoluyla yapmıştır. Romanın esas hikayesine baktığımızda ise yine kötülüğün iyilik karşısında üstün geldiğini görüyoruz. Nispeten daha zengin, en azından zenginliğe özenen Orozkul'un ihtiyar Mümin dedeyi alt etmesine şahit oluyoruz. Ve bunu yine aynı maddi yol ile maralları öldürerek yapıyor. Aslında kehanet tekerrür ediyor. Ben bunu Aytmatovun karamsarlığına yoruyorum. Kötülük geçmişte de iyiliği yendi, günümüzde de yeniyor. Üstelik aynı rollerle ve aynı metodla!

                Romanımızda tiplerin kötülük ve iyiliği temsil ettiğini söylemiştik. İkinci bir mesaj olarak aynı tipler devlet ile halkı da temsil ediyorlar. Orozkul o üç hanelik minyatür ülkede devlet gücünün şahıslaşmış hali. Mümin dede ise halkı anımsatıyor. Garip, fakir ve itaatkar halkın devlet karşısındaki çaresizliği ve bağımlılığı anlatılmaya çalışılmıştır. Aytmatovun Sovyet dönemi sanatçısı olduğu ve Sovyetlerin geleneğe bakış açısını biliyoruz. Burdan hareketle Orozkul'un marallara saygısızlığını da devlet-halk ilişkisine yorarsak sanıyorum abartmış olmayız. Yazarın esasında bu ikinci temsilde vermek istediği mesaj devlet gücünün liyakatsiz ve zalim ellere geçtiği anda ne büyük felaketlere sebep olabileceğidir. Mümin dede bu bağlamda halkın geçmişi, çocuk ise halkın geleceğidir. Devlet temsilcisi Orozkul, kendi cebini doldurmak için halkı yani Mümin'i çalıştırırken dedenin torununu almaya gitmek istemesi üzerine olumsuz cevap alması Müminin tek hiddetlenişi, tek başkaldırışıdır. Burasını önemli görüyorum. Ne zamanki devlet halkın geçmişi ile geleceği arasındaki bağı koparmak istiyor, itaatkar halk o zaman tepki göstermeye başlıyor.

                Alegorik düşünmediğimiz zaman, çocukla dedenin hayatta birbirlerinden başka karşılıksız ve gerçek sevenleri olmaması, birbirlerinin yüzlerinden konuşmadan sıkıntılı olduğunu anlamaları, birbirleri için üzülmeleri ve birbirlerini koruyup kollamaları okuyucuyu müteessir ediyor. Zaten romanın felaketle sonuçlanmasının son nedeni de dede ile torun arasındaki iletişimin kopması, çocuğun bu zorlu hayatta tek dayanak noktasının yıkılması teşkil ediyor.

                Değerlendirmenin başında pasifliği ve kabullenişi yüzünden kızdığımız Mümin dede'nin aksine, kötülüğe direnişin "kaçış" olarak tezahür ettiği çocuğun, çocuksuda olsa amacına ulaşma yolunda vefat etmesi çocuğu anıtlaştırıyor. Kitabın sonunda anlatıcınında söylediği budur. Yazar en sonunda kötülük istediği kadar kazansın iyilik her zaman var olacaktır diyerek mutsuz ve kötü biten romanın yarattığı karamsar ortama umut aşılıyor. Aynen aktarıyorum:

"Çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşmadığı her şeyi reddettin. İşte beni teselli eden budur...Bir başka tesellim daha var.İnsandaki çocuk vicdanı, tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez. Yeryüzünde bizi neler beklerse beklesin, insanoğlu doğdukça ve öldükçe, insanoğlu yaşadıkça, hak ve doğruluk denen şey de var olacaktır."


                YAZAR İLE İLGİLİ

                Aytmatov olay örgüsünü anlatmaya devam ederken romanın devamıyla ilgili küçük ipuçları vererek okuyucuyu sonucun nasıl gelişeceğini merak etmeye zorlar. genel sonucu ve esbabı söyleyip dügüme meraklandırır. Sayfa 52'de şöyle ki:

"Kısa hayatında onu yeni yeni olayların beklediğini, bir gün bu dünyada yapayalnız kalacağını, çantasından başka bir şeyi olmayacağını da bilmiyordu çocuk. Bütün bunlara sebep çok sevdiği 'Boynuzlu Maral Ana' masalı olacaktı."

                Aytmatov gelenekçidir. Hemen her eserinde masallar, efsaneler, tarihi hikayelerin alegorisini  ve türkülerin hissiyatını kullanır. Romanlarında eski efsanelerden motifler azımsanamayacak kadar yer tutar. Boynuzlu Maral Ana efsanesi ve romanında muhtelif yerlerinde geçen türküler, gelenekler...


                Aytmatov yetişkin bir erkek yazar olmasına karşın romanlarında anlatıcıları yahut başkarakterleri kendi benliğine uzak şahsiyetlerden seçer. Örneğin bu romanda başkarakter bir çocuktur. Çocuk hissiyatini yaşamak ve onu öyle aktarmak gerekir. "Dişi kurdun rüyaları" adlı eserinde bir kurdun kafasından aktardığı olmuştur. "Toprak ana" eserinde genç bir kadının gün gün yaşlanmasını ve yaşadıklarını kahraman bakış açısıyla anlatır. Tüm bunlar Cengiz Aytmatov'un gözlem ve aktarımdaki yetkinliğinin ispatıdır. 

4 Şubat 2014 Salı

Türkoğlu

Ey Türkoğlu! Ne bekler ne için eylenirsin
Niye özünü unutuşun, kendini bilmeyişin
Bu neyin esrikliği, neden bu miskinliğin
Dinleyin, dinletin! kafire karşı birleşin!


Uyanın kardeşler, Çinde katliam var
Soydaşının kanı akıyor diye inliyor dağlar
Dilin aynı, dinin aynı, soyun aynı damar
Ağlayın, ağıt yakın ordakilerde dindar


Birbirine düşer düşmanı olmayan millet
Uğru mu ararsın? sürüsüne bereket...
Batı din düşmanın doğun batıya rahmet
Düşünün, düşürün! tüm Türkler tek vahdet! 


Bir milyonun liderine bir dakika dendi diye
Seviniyor seksen milyonluk bir umumiye
Endülüs kıyımında kurtarmasaydı Devlet-i Aliye
Şimdi beddua bile edemezdik İsraile