Sanki
yüzünü morartırcasına, sanki gözlerindeki damarlarını patlatırcasına sert bir
nefes çekti sigarasından. Yine aynı halet-i ruhiye. Bazen sık sık ziyaret edip,
bazen de aylarca selam vermeyen bir ruh halindeydi yine. Beyin karıncalanması,
kaş çatılması, yavaş yürüme, çok düşünce, çok sigara...Böyle zamanlar yalnız
kalsa mı iyi yoksa kalabalıkta uyuştursa mı beynini bilemiyordu. Ama genelde
yalnız buluyordu kendini. Evinin yakınlarında; kimi zaman düşünmek için, kimi
zaman yalnız kalmak için uğradığı bir kayalık vardı. Altlarına denizden
dalgaların vurduğu, dalgaları dinlediği kayalık. Yine oradaydı.
Düşünce...Düşünce...Bazen
ilaçtı bazen zehir. Kendisini neyin rahatsız ettiğini, hangi düşüncenin beynini
karıncalandırdığını bilmiyordu aslında. Sadece yanlış olan birşeyin olduğunu
biliyordu. Bazen bu ruh hali o kadar bastırıyordu ki Allah'ına sığınmasa o
kayalardan kendini aşağı bırakabilirdi. Ateistleri hiç anlayamazdı zaten.
Yükünü en büyüğe yüklemeden nasıl hayata devam edebilirdi ki insan.
O da
öyle yapıyordu zaten. Derdini, sıkıntısını Allah'ına yüklüyordu. Secde sanki
Allah'a sarılmaktı onun düşüncesine göre. Rabbiyle hasret gidermek, kavuşmak.
Tıpkı belli bir güne sözleşmiş iki can dostun buluştuklarındaki samimi
kucaklayışları gibi. Ve Rabb'ine sarılırken bırakırdı yükünü taşıyabilene,
hafiflerdi. İki vakit arası kamburunda biriktirdiği emanetler. Günde beş vakit
emanetleri teslim ediş. Her gün beş hafifleyiş, her gün beş kucaklaşma.
Bugün
de taşıyamadığını bırakmıştı her zamanki gibi. Kamburunda kalanlarla beraber
kayalıklardaydı. Bu halin sebebini ararken yıldızların arasında, bir nefes daha
çekti sigarasından. Okuduğu kitaplar geldi aklına. Hayatta iki tane kitap vardı
aslında. Birisi Allah kelamı Kur'an, ikincisi ise tüm varlığıyla yaratılmış
tabiat. Hangi yazar; Hangi kitabın hangi sayfası yıldızlar, dalgalar kadar
düşündürtmüştü ki şu zamana kadar. Ancak insan da tabiatın bir parçasıydı ve
insanı anlamadan tabiatı anlamaya çalışmak eksikti. İnsanı anlamanın yolunu da
kitaplar bilmişti.
Ama o
insanları anlamaya çalışırken kendinden önceki insanları anlamayı daha çok
seviyordu. Şu anda geleceğimizi bilemeyeceğimize göre bizden öncekilerin geçmiş
ve geleceklerine bakmalıyız ki benzeterek kendi geleceğimizi inşa etmeliyiz
diye düşünüyordu. Evet evet işte tam bu nokta! Yıldızların arasında böylesine
gezinirken, düşünceler beyninin kıvrımlarında tam bu sırada akarken bu nokta
ağrımaya başlamıştı. Ama ne ilgisi vardı ki şimdi. Yüzyıllar önce yaşanmış
bitmiş olaylar, insanlar niye rahatsız etsindi ki onu bu kadar. Anlayamadı. Ama
oralarda olduğunu biliyordu. Rahatsızlığının sebebinin geçmişle mutlaka bir
ilgisi olduğunun ayırdına varmıştı.
Dalgalar
şiddetlenmişti. Birbiri ardına vurdukça kayalara hem köpürüyor hem ayaklarına
doğru küçük su zerrecikleri sıçratıyordu. Hoşuna gitti. Her zaman sevmişti
zaten dalgaları dinlemeyi. Ve her zaman dalardı dalgaları dinlerken.
Hayallerinden uyandığında ya gözleri yaşlanmış, ya kaşları çatılmış, ya da
suratında kıvrılmış eskimiş bir gülümseme. Dalgalar alıyordu sakince. Küçük su
zerreciklerinin dokunduğu her nokta bedeninden ruhunun çıkması için açılan
deliklerdi sanki. Ruhu süzülüyordu bedeninden, suyun değdiği yerlerden yavaşça;
sessizce dalgalarla beraber akıntıya kaptırıyordu kendini. Akıntıyla, suyla
beraber eski bir kitapta okuduğu bir hikayeye gittiler...
-"Gitmem
gerek." diyordu adam gençten bir kıza. Henüz körpeceydi kız. Oğlanda
gençliğinden sıyrılmış sayılmazdı.
-"Neden?
Neden zorundasın? Bir sen gitmedin diye kayıp mı edilecek bu savaş. Sultan
Murad öylesine mi muhtaç sana. Evlenecektik hani biz. Gitme yiğidim koma beni
yalnız."
-"Nasıl
böyle konuşursun. Nasıl gitmememi ister de benden kabul etmemi beklersin, hemde
bana yiğidim diyerek ha? De bakalım bana hele diyelim ki dediğini yaptım gitmedim
Murad Han'ın sancağının altına. Hangi toprağın üstünde evleneceğiz sevdiğim,
çağırıldığında gitmez isek hangi toprağı hakedeceğiz de beraber rahat
uyuyabileceğiz üstünde?
Kuru
çay demlene gerektir sevdiğim, üstüne sıcak su döküp beklemek gerektir. Kuru
haliyle hiçbir işe yaramaz yesen acıdır. Bu gördüğün yurt toprağı da kuru
çaydır sevdiğim. Üzerinde yaşayanların; bizlerin imanı, yurt sevgisi olmazsa,
gerektiğinde verilecek canı, istendiğinde dökülecek kanı olmazsa demlenmez.
Kuru kalır. Acı olur. Ancak saydıklarım olduğunda demlenir de tadı güzel
gelir."
Körpe
kız biliyordu zaten baştan beri. Aşkı zaafı olmuş bir umut sormuştu yine. Bu
konuşmadan sonra yiğidini uğurlayıp Allah'a emanet ettikten sonra yurt
toprağını gözyaşlarıyla demlemekten başka çaresi kalmamıştı.
Beynindeki
karıncalanma artmış buldu kendini akıntı ruhunu bedenine geri bıraktığında.
Meseleyi çözmüştü sanki. Öyle sanıyordu ki yüreği utanıyordu okuduğu
kitaplardan, yaşanmıştan, geçmişten. Layık olamamaktan utanıyordu. Hala onların
demlediğiyle kalan yurdu tüketmekten utanıyordu. Tekrar demleyememekten
utanıyordu. Gözünü kırpmadan yarın evleneceği sevdiğini bırakıpta yurt için
gazaya giden gazi atasından utanıyordu. Ahirette onlara neler diyeceğini, acaba
emanete hıyanetten kul hakkı yeyip yemediğini düşünüp utanıyordu. Bu
karıncalanma buydu. Utanmaydı.
Yunus
Emre'nin "ilim kendin bilmektir" deyişindeki gibi kendini biraz daha
tanımanın bilmenin mutluluğu ve yeni keşfettiği duygusu utancın karması yeni
bir ruh halinde geçti karıncalanması. Kaşları da çatık değildi. Her zamanki
dalgaların sesiyle beraber ayağa kalktı. Denize selamını verdikten sonra yeni
bir sigara daha yakıp eve doğru yürümeye başladı. Layık olmak için biraz erken
kalkıp günü iyi değerlendirmek gerek diye düşünüyordu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder