27 Aralık 2013 Cuma
22 Aralık 2013 Pazar
Ölüm, Sokrates ve Kader
"...Ölüm
cezasına çarptırıldıklarında -sizler onları idama mahkum etmeseniz ölümsüz
kalacaklarmış gibi- başlarına feci bir şey geleceğini zannederek çok tuhaf
davranırlar..."
Sokrates
savunmasında yargıçlara neden cezasının geri alınması için yalvarmadığını
anlatırken yalvaranları yukarıdaki cümle ile küçümsüyor. Kaderden bahsediyor
değil mi aslında biraz. Bizim anlamakta zorlandığımız; güçsüzlüğümüzü yüzümüze
vurduğu için kabullenmekte zorlandığımız kaderi güzel açıklamıyor mu sizce.
Hayat
dediğimiz şey insanların başlarına gelen olaylar dizisinden başka bir şey
değil. Bu olay ve durumların bir kısmı ise herkesin başına gelecek ortak
durumlar. Misal herkesin bir annesi var. Herkes nefes alıp veriyor. Yani bunlardan
kaçış yok. Annesi olmayan kimse yok. Yani aslında dünyadaki bütün insanların
annesinin olması dünyadaki bütün insanların kaderi. Ne olursa olsun kimse bu
durumu değiştiremez. Ya da dünyadaki herkes bütün insanlar ölecek. Milyarlarca
insan geldi dünyaya, hepsi yaşadı ve hepsi öldü. Bütün insanlığın kaderi
ölümdür. Hiçbir şekilde değişmeyecek bir kader.
Anlamadığımızı
iddia ettiğimiz kader, hani "nasıl olurda benim bütün yaşayacaklarım
önceden belli olur bak ben kendi isteğimle bu cümleleri söylüyorum"
dediğimiz kader işte bundan ibaret. Ne yaparsan yap başına gelmesini
engelleyemeyeceğin olaylar ve durumlar dizisidir kader. Kimisi ölüm gibi
ortaktır bütün insanlığın başına bir gün gelecektir, kimiside sana özeldir ve
sadece senin başına gelir. Nasıl ve ne zaman olacağını sadece "yüksek
aklın" bildiği ama müdahale etmediği olaylar ve durumlar dizisi.
Aslında
ne kadar basit duruyor değil mi Sokratesin tespiti. Sokrates aslında idam
kararını kabullenemeyen mahkumları küçümsüyor gibi. Ya da belki kaderi anlamak
istemeyi reddedenleri.
23 Kasım 2013 Cumartesi
Halk ve yönetici
Herkese
iyi günler.
Bu
yazının konusu her ideolojinin mutlak suretle kendi bakış açısıyla çözümleme
getirdiği, kitleleri hedef alanların bir derece riyakar,iyi niyetli olup
ortayol bulmaya çalışanların ise barışçıl ve daha az gerçekçi olarak açıklamaya
çalıştığı halk kavramı ve yönetici sınıf olacaktır. Naçizane dağınık
fikirlerimi bir yazı çatısı altında toplayıp kendi içimde uzlaşamadığım
konuları ise burda tartışmaya çalışacağım.
Halk
dediğimiz kavram, daha dar düşünecek olursak Türk halkı; ömürlerinde genellikle
birgün yönetici olma ihtimalini düşünmez. Bu iki bin yıllık Türk tarihinin
sürekli belli bir yönetici sınıf tarafından yönetilmesi ve yönetilenin, halk
olarak asla devlet yönetimi gibi bir sorumluluk hissetmemelerinden kaynaklanır.
Cumhuriyet yönetim biçiminde devletin her bireyinin bu sorumluluğu duyması
gerekir ancak -bilinen- iki bin yıllık süreç içinde seksen yıllık cumhuriyet
devri henüz taze ve genç kalıyor,
dolayısıyla da bu sorumluluk bilinci oturmuyor.
Burdan
hareketle cumhuriyetin yöneten-yönetilen sınıf arasındaki çizgiyi
belirsizleştirdiğini görmezden gelirsek eğer; bahsimize devletin hala yöneten
ve yönetilen olarak iki sınıftan oluştuğu varsayımıyla devam edebiliriz.
Birinci olarak girişte bahsettiğim meseleye ideolojik olarak riyakar bakan
anlayışlar halka haddinden fazla olarak bilinç ve akıl atfeder. Halk derken
burada bireysel olarak insanlar değil bütünün toplam olarak ele alınması
gerekiyor. Halk evet belli derecede bilince ve akla sahiptir ancak bu belli
derece ancak kırmızı çizgilerden ibarettir. Kırmızı çizgilere dokunulmadığı
müddetçe yöneten sınıf çeşitli kanallarla halkı keyfi şekilde yönetebilir.
Hatta bu kırmızı çizgiler o derecede geniş çerçevedir ki sınır değişiklikleri
ve rejim değişiklikleri dahil olmak üzere en uç nokta diyebileceğimiz
durumlarda bile halk etkinlik gösteremeyip yönetilmeye devam eder. Son dönemde
Türkiye düşmanı olduğu tartışılmaz derecede bariz olan "Türkiyeye bir kedi
bile vermem" diyen barzaniye başbakanın devlet töreni yapıp ağırlaması ve
hakkında "değerli kardeşim" gibi yüceltici ifadeler kullanmasına
halkın tepkisiz bıraktırılması (medya kanalı yoluyla) buna örnektir. Üstelik günümüzde halkı ikna etme kanalları o
derece geniş boyuttadır ki sosyoloji biliminden faydalanarak insanlar yöneten
sınıfa "hatasıyla-günahıyla kabulümüzdür" demek suretiyle takım tutar
gibi bağlanabilirler.
Demek ki
yönetim yani hükümet bazında halkın etkisine güdülebilecek seviyede az
diyebiliriz. Hatta ve hatta kendini hiçbir zaman yönetim sorumluluğu altında
hissetmemiş bir halk bilincinin yönetimde etkisinin de az olmasını isteriz.
Peki o zaman şu an ülkemizde moda olmuş olan "halktan gelen başbakan",
"kasımpaşa çocuğu" gibi tabirler yöneten sınıfı yüceltir mi yoksa
gözden mi düşürür? Yöneten sınıfın yani hükümetin, bir insan grubu olarak
hükümdarın halktan gelmesi mi gerekir; yoksa yönettiği halktan her anlamda
üstün olması mı? Ancak burada şu noktayı karıştırmamak gerek. Yönettiği halkı
tanıyıp bilmekle yönettiği halktan gelmek farklı şeylerdir. Yöneticinin her
vasıfta yönetilenden üstün olması zaten aynı zamanda yönetileni iyi tanımasını
da gerektirir.
Çağımızın
yönetim biçimiyle her vasıfta halkan üstün olan ve halktan gelmeyen yani menşei
halk olmayan bir hükümdar kadronun nasıl oluşabileceği sorununa çözüm benim
fakir fikriyatımda mevcut değil. Ancak bu olması gereken dediğimiz üstün
vasıflı hükümdar kadrosunu örneklemek gerekirse en güzel ve kapsamlı misali
yine kendi devletimizde buluyoruz. Türk çağı olarak adlandırılan 16. asrın
neden Türk çağı olduğunun cevabı tabi ki açık bir şekilde Osmanlı'nın en parlak
dönemi olduğu içindir. Ancak neden 16. asır Osmanlı'nın en parlak devriydi? Bu
sorunun birçok cevabı var elbet ancak yazımızla bağdaşan ve diğer cevaplara bir
çatı mahiyetinde olan bizim ele alacağımız cevap yönetici kadromuzun sağlamlığı
ve bakımdan her cihetten üstünlüğüdür.
Çünkü
halk kendi kendini yönetmez ve asla yönetemez. Tıpkı Rousseau'nun dediği gibi
halk her zaman kendisi için en iyisini ister ancak her zaman kendisi için en
iyisini bilip de göremez. Bunun için halka bir rehber gereklidir. İşte bu da
devletin ortaya çıkmasının sebebi olan yönetici kadroya yani her bakımdan üstün
kadroya ihtiyaçtır. Halk her zaman aynı halktır. Kendi kültürel evrimi
içerisinde varlığını sürdürür ancak devletleri güçlü veya zayıf yapan
politikalar ve onların yapıcıları olan yöneticilerdir. Buyrun tezimizi
kanıtlamak için varlığımızın en güçlü dönemi olan 16. asrın yönetici kadrosuna
bir göz gezdirelim:
Hükümdar
tek bir kişi değil bir kişiler grubudur. İnsan fıtratının gereği olarak her
oluşumun bir lideri olacağı için yönetici kadromuzun hükümdarımızın lideri:
Kanuni Sultan Süleyman
Devlet
adamı ve komutanlar: Makbul İbrahim Paşa, Sokullu Mehmet Paşa, Balkan faitihi
Bali Paşa, Yemen fatihi Özdemir Paşa, Kafkas fatihi Özdemiroğlu Osman Paşa,
Moskova fatihi Devlet Giray, Kıbrıs fatihi Lala Mustafa Paşa
Amiraller:
Barbaros Hayrettin Paşa, Turgut Paşa, Seydi Ali Reis, Aydın Reis, Piyale Paşa,
Selman Reis, Murad Reis, Hadım Süleyman Paşa
Şairler:
Fuzuli, Baki, Nevi, Taşlıcalı Yahya, Hayali, Zati, Aşık Çelebi, Bağdatlı
Ruhi...
Mimar-Musiki:
Mimar Sinan, Behram Ağa
Hat ve
resim: Ahmet Karahisari, Matrakçı Nasuh, Haydar Reis
İlim
adamları: Zenbilli Ali Efendi, Ebussuud Efendi
Fikir
adamları: Kemalpaşazade, Taşköprülüzade
Tarihçiler:
Gelibolulu Mustafa Ali, Selaniki, Hoca Sadeddin Efendi
Coğrafyacılar:
Piri Reis, Seydi Ali Reis
Herbiri
tek başlarına ışık saçan yıldızlar gibi olan bu isimler bir devri birleşerek Türk
asrı haline getirmiştir. Buna Batı veya Uzak Doğu medeniyetlerinden de örnekler
verilebilir ancak isimlerin tanıdık olması ve tarihin nispeten daha iyi
bilinmesi sebebiyle 16. Asırı örnek vermekte bir sakınca görmüyorum.
Yöneten
ve yönetilen ayrımında çizginin belirginsizleşmesi meselesinde tespit edilen
bir diğer aksaklık ise bu yöneten-halk kavramlarından yöneten sınıfının soyut
kavram muhtevasından sıyrılıp insan kimliğine bürünmesi ve doğal olarak insanın
ömrü süresinde ömrü olmasıdır. Daha açık olmak gerekirse sürekli halktan gelen
menşei halk olan yöneticilerde halef ve selef kavramlarının olmaması ve devlet
politikasının o anki yöneticinin dünya görüşüyle sınırlı kalması sorunudur. O
anki yöneticinin devlete katacakları kendi ömrüyle sınırlı olacağından ve bir
sonraki gelecek olan yönetici grubunun kendi politikasını devam ettireceği
şüpheli (ve hatta çoğu kez devam ettirmeyeceği net) olduğundan
yapabileceklerinin ve yapmak istediklerinin tamamını kendi iktidarı süresinde
yapmaya kalkışır.
Bu da
uzun sürede yerleşecek olan eğitim gibi sosyal politikaların asla
uygulanamamasına sebebiyet verir. İktidar sahipleri devleti kendileriyle bir
görür ve haleflerine güvenemediklerinden kısa süreye sığamayacak kadar büyük
projelere girişirler. Kısa süreye sığacak olan projeler ise devlette atılım
derecesine ilerlemeye olanak sağlamaz.
Anlatmaya
çalıştıklarım şu an ülkede fikrimce yanlış anlaşılan halk ve yönetici
kavramlarıydı. Yönetici halktan mı gelmeli mi sorusuna cevap bulmaya
çalışmaktı. Ayrıca halkın devamlılığı sabit olup yöneticinin devamlılığı
konusunda yaşadığımız aksaklıkları tespite etmeye çalışmaktı.
22 Eylül 2013 Pazar
Okul bahçesi
Öğrenciler
okulun bahçesinde müzik açmış eğlenirken "Bunda mutlu olunacak ne var bu
kadar?" diye düşünmekten kendini alamıyordu. Öğrencilerin başarılı
olabilmesi için okula gitmemesi gereken liyakat düzeninin sonucu olarak
devamsızlık ve rapor haklarını saklayan 12. sınıf öğrencilerinin bu hakları
kullanmak üzere okula son gelişleriydi. Bunu da kutlamaktan geri kalmıyorlardı.
Okul
binalarının iki kenarını çevrelediği
geniş okul bahçelerinde toplanmış öğrenciler sürü psikolojisinin ve son
gün olmasının etkisiyle işi biraz abartmışlar hatta bütün lise dönemi boyunca
otoritesiyle bilinen müdür yardımcısını asker uğurlama eğlencelerinde yapıldığı
gibi havaya atıp tutmaya başlamışlardı. Onur iğrenerek bakıyordu hepsine.
Ayrılığın olduğu yerde eğreti duran birşey varsa o da mutlu olmaktı ona göre.
Her yerde her durumda mutlu ve neşeli olmak haksızlıktı. Olayların ve
duyguların hakkı verilmeliydi. Nasıl cenaze evinde kahkaha atarak gülmek
çıkıntı duruyorsa ayrılık durumu yaşanırken de sevinçli olunmamalıydı. Ve şu an
okul bahçesindeki tezat durumun hakkı da öfkelenmekti. O da öyle yaptı.
Okulun
içerisine girebilmesi için önce eğlenen kalabalık grubu yarması gerekiyordu. O
kolay işti ancak ayakları her zaman ki gibi yedi ay önce ayrıldığı sevdiğinin
olduğu taraftan geçmeye yöneldi. Aptallıktı, yolu daha da uzatıyordu bunların
farkındaydı ama ayrılık cenderesi içerisindeyken bunlar umrunda değildi. Okula
girmekteki amacı neydi ki sanki. Sigara içmek mi? Sözde sebep oydu ama 10
dakika önce içmişti zaten. Ona
yakınlaşmak, ona kendini göstermek, 7 ay sonra belki kokusunu duymak için bir
bahaneydi sadece.
Girdi
okula. Tuvalete doğru yönelirken arkadaşlarıyla karşılaştı. Arkadaşları Onur'un
suratını o halde gördükleri anda anlarlardı zaten ne olduğunu ve ne olacağını.
Kalabalık olmamak gerekti. Bir kişi
verilirdi yanına ve diğerleri de keyifleri kaçmış bir şekilde
beklerlerdi. Ömer'le birlikte girdiler tuvalete. Birer sigara yaktılar. Ömer
tedirgindi. Birazdan olacak şeyleri tahmin edebiliyordu. Ne yapması gerektiğini
biliyordu ama esasında çok da yapacak birşey yoktu. Üzülüyordu arkadaşına.
Merve de onun arkadaşıydı. Hatta tanışmalarına o vesile olmuştu ama Onur'un bu
hale geleceğini bilseydi kesinlikle yapmazdı
bunu.
Ömer bu
düşüncelerdeyken Onur bir anda kendini tuvalet kabinine kapattı. Olacağı belli
olan şey olmaya başlamıştı. Son yarım saattir sağ bacağı seğiriyordu zaten
Onur'un. Son on dakikadır ise elleri titriyor ve kanı çekilmeye başlıyordu
yavaş yavaş. Kalbinin atışlarını duymaya başlamıştı yavaş yavaş. Arada bir
göğüs kafesi sıkışmaya ikişer saniyeliğine nefes alamamaya başlamıştı. İşte
bunların hepsi haberciydi. Arkadaşları da bunu bildikleri için bir kişiyi
gönderirlerdi yanına. Çok kişi olurlarsa eğer Onur'un kendini o halde gösterip
kötü hissedeceğini biliyorlardı. Kendine zarar vermemesi için bir kişi sadece.
Kabinin
içine girmeliydi Ömer. İçerden bastırılmaya çalışılan inlemeler ve bağırmalar
geliyordu. Her an kafasını duvara vurabilir. Yumruk atabilir kapıyı kırabilir
kendine zarar verecek birşey yapabilirdi. Çünkü arkadaşı kendine engel
olamıyordu nöbetlerinde biliyordu bunu. Bu öfke patlamalarını 1 sene önce ilaç
tedavisi ile çözmüşlerdi ama olağanüstü durumlarda Onur'un kafasının içinde bir
yerlerden çıkıyordu işte. İdare etmek
zorundalardı. Onur da arkadaşları da.
Yan
kabine girdi Ömer, duvarın kenarındaki musluğu kendine basamak yaptı ve
tırmandı. İki kabini birbirinden ayıran duvarın tepesine çıkmıştı. Ordan
Onur'un olduğu kabine atladı hemen. Bir kaç yerini kesip çizmişti ama olsundu o
kadar. Onur kapıya yaslanmış şekilde acınacak haldeydi. Gözleri kıpkırmızıydı.
Ağlamamıştı ama gözpınarlarında ne kadar gözyaşı vardıysa akıtmıştı olanca
suratına. Kalp atışları o süre içerisinde çok hızlandığı için kolları ve
bacakları zangır zangır titriyordu. Hayır titreme denilemezdi buna.
Sarsılıyordu. Nefes alış-verişleri bir hırıldama ve inleme şeklindeydi. Ömer
yapması gerekenleri yaptı. Onur'u biraz sakinleştirdi kendine gelmesini sağladı
ve kaldırdı. Elini yüzünü yıkadılar ve tansiyonunun düşmesi için birer sigara
daha yaktılar.
Onur
yüzü bembeyaz olduğu halde "Gidiyor abi" dedi. Ömer vereceği cevabı
düşünürken Onur lafa devam ederek Ömer'i kurtardı. "Gidiyor hem de hiç içi
acımadan. Bana bir hoşçakal bile demeden. Sanki hiçbirşey yaşamamışız gibi. Ben
burda bu haldeyken Allah kahretsin o dışarda o yavşaklarla beraber oynuyor
kahkaha atıyor gülüyor Ömer!" Lafını bitirdikten sonra sigarasından büyük
bir nefes çekip attı ve çıkmaya yöneldi. Ömer peşinden gelecek oldu ama Onur
istemedi. Ömer arkadaşının yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu anladı, diretmedi.
Bahçedeki
kalabalık dağılıyordu yavaş yavaş. Herkes üçerli beşerli gruplar halinde
okuldan ayrılıyordu bir daha gelmemek üzere ve hiçbirisi de birazcık olsun
üzülmüyordu. Onur da okulun çıkış kapısına yakın bir yerde ağaçların olduğu
yürüyüş yolunda banklarda oturuyordu tek başına. En çok da insanların
üzülmeyişine şaşırıyordu hala. En çok da Merve'nin üzülmeyişine. Ve Merve'yi
bekliyordu. Kendisi görülmeyecekti çıkış kapısından ama o görebiliyordu.
Gidişini izleyecekti. Umutla izleyecekti. Merve'nin gözlerinin kendisini
aramasını umut edecekti. Sadece bir kere etrafına baksaydı da olurdu. O da
yeterdi sadece. Birazcık üzülmesini istedi sadece. Birazcık içinin burulmasını.
Onu görmek istedi. Onu umut etti.
Onur
gözyaşları içerisinde çıkış kapısını gözlerken bunları düşündü ve Merve'yi
gördü. Dört kız arkadaşıyla beraber gidiyorlardı. Bekledi. Beraber çıkışları
aklına geldi o kapıdan. Bir kerecik etrafına bakmasını istedi sadece bir
kerecik.
Ama
bakmadı. Arkadaşlarıyla muhtemelen tamamen alakasız bir konu üzerinde konuşarak
kapıdan çıktı. Onur'u bütün çaresizliğiyle bütün ne yapacağını bilmezliğiyle
bırakıp uzaklaştı. Onur o melek yüz'e bir daha hiç bakamayacağını biliyordu...
...
Mezuniyet
günü veda etmek için kendisini çağıran Merve'nin yüzüne bakarken bunları
düşünerek gülümsedi.Gülümsemesi çok fazla sonradan eklenmiş gibi duruyordu...
2 Eylül 2013 Pazartesi
Karıncalar
Sanki
yüzünü morartırcasına, sanki gözlerindeki damarlarını patlatırcasına sert bir
nefes çekti sigarasından. Yine aynı halet-i ruhiye. Bazen sık sık ziyaret edip,
bazen de aylarca selam vermeyen bir ruh halindeydi yine. Beyin karıncalanması,
kaş çatılması, yavaş yürüme, çok düşünce, çok sigara...Böyle zamanlar yalnız
kalsa mı iyi yoksa kalabalıkta uyuştursa mı beynini bilemiyordu. Ama genelde
yalnız buluyordu kendini. Evinin yakınlarında; kimi zaman düşünmek için, kimi
zaman yalnız kalmak için uğradığı bir kayalık vardı. Altlarına denizden
dalgaların vurduğu, dalgaları dinlediği kayalık. Yine oradaydı.
Düşünce...Düşünce...Bazen
ilaçtı bazen zehir. Kendisini neyin rahatsız ettiğini, hangi düşüncenin beynini
karıncalandırdığını bilmiyordu aslında. Sadece yanlış olan birşeyin olduğunu
biliyordu. Bazen bu ruh hali o kadar bastırıyordu ki Allah'ına sığınmasa o
kayalardan kendini aşağı bırakabilirdi. Ateistleri hiç anlayamazdı zaten.
Yükünü en büyüğe yüklemeden nasıl hayata devam edebilirdi ki insan.
O da
öyle yapıyordu zaten. Derdini, sıkıntısını Allah'ına yüklüyordu. Secde sanki
Allah'a sarılmaktı onun düşüncesine göre. Rabbiyle hasret gidermek, kavuşmak.
Tıpkı belli bir güne sözleşmiş iki can dostun buluştuklarındaki samimi
kucaklayışları gibi. Ve Rabb'ine sarılırken bırakırdı yükünü taşıyabilene,
hafiflerdi. İki vakit arası kamburunda biriktirdiği emanetler. Günde beş vakit
emanetleri teslim ediş. Her gün beş hafifleyiş, her gün beş kucaklaşma.
Bugün
de taşıyamadığını bırakmıştı her zamanki gibi. Kamburunda kalanlarla beraber
kayalıklardaydı. Bu halin sebebini ararken yıldızların arasında, bir nefes daha
çekti sigarasından. Okuduğu kitaplar geldi aklına. Hayatta iki tane kitap vardı
aslında. Birisi Allah kelamı Kur'an, ikincisi ise tüm varlığıyla yaratılmış
tabiat. Hangi yazar; Hangi kitabın hangi sayfası yıldızlar, dalgalar kadar
düşündürtmüştü ki şu zamana kadar. Ancak insan da tabiatın bir parçasıydı ve
insanı anlamadan tabiatı anlamaya çalışmak eksikti. İnsanı anlamanın yolunu da
kitaplar bilmişti.
Ama o
insanları anlamaya çalışırken kendinden önceki insanları anlamayı daha çok
seviyordu. Şu anda geleceğimizi bilemeyeceğimize göre bizden öncekilerin geçmiş
ve geleceklerine bakmalıyız ki benzeterek kendi geleceğimizi inşa etmeliyiz
diye düşünüyordu. Evet evet işte tam bu nokta! Yıldızların arasında böylesine
gezinirken, düşünceler beyninin kıvrımlarında tam bu sırada akarken bu nokta
ağrımaya başlamıştı. Ama ne ilgisi vardı ki şimdi. Yüzyıllar önce yaşanmış
bitmiş olaylar, insanlar niye rahatsız etsindi ki onu bu kadar. Anlayamadı. Ama
oralarda olduğunu biliyordu. Rahatsızlığının sebebinin geçmişle mutlaka bir
ilgisi olduğunun ayırdına varmıştı.
Dalgalar
şiddetlenmişti. Birbiri ardına vurdukça kayalara hem köpürüyor hem ayaklarına
doğru küçük su zerrecikleri sıçratıyordu. Hoşuna gitti. Her zaman sevmişti
zaten dalgaları dinlemeyi. Ve her zaman dalardı dalgaları dinlerken.
Hayallerinden uyandığında ya gözleri yaşlanmış, ya kaşları çatılmış, ya da
suratında kıvrılmış eskimiş bir gülümseme. Dalgalar alıyordu sakince. Küçük su
zerreciklerinin dokunduğu her nokta bedeninden ruhunun çıkması için açılan
deliklerdi sanki. Ruhu süzülüyordu bedeninden, suyun değdiği yerlerden yavaşça;
sessizce dalgalarla beraber akıntıya kaptırıyordu kendini. Akıntıyla, suyla
beraber eski bir kitapta okuduğu bir hikayeye gittiler...
-"Gitmem
gerek." diyordu adam gençten bir kıza. Henüz körpeceydi kız. Oğlanda
gençliğinden sıyrılmış sayılmazdı.
-"Neden?
Neden zorundasın? Bir sen gitmedin diye kayıp mı edilecek bu savaş. Sultan
Murad öylesine mi muhtaç sana. Evlenecektik hani biz. Gitme yiğidim koma beni
yalnız."
-"Nasıl
böyle konuşursun. Nasıl gitmememi ister de benden kabul etmemi beklersin, hemde
bana yiğidim diyerek ha? De bakalım bana hele diyelim ki dediğini yaptım gitmedim
Murad Han'ın sancağının altına. Hangi toprağın üstünde evleneceğiz sevdiğim,
çağırıldığında gitmez isek hangi toprağı hakedeceğiz de beraber rahat
uyuyabileceğiz üstünde?
Kuru
çay demlene gerektir sevdiğim, üstüne sıcak su döküp beklemek gerektir. Kuru
haliyle hiçbir işe yaramaz yesen acıdır. Bu gördüğün yurt toprağı da kuru
çaydır sevdiğim. Üzerinde yaşayanların; bizlerin imanı, yurt sevgisi olmazsa,
gerektiğinde verilecek canı, istendiğinde dökülecek kanı olmazsa demlenmez.
Kuru kalır. Acı olur. Ancak saydıklarım olduğunda demlenir de tadı güzel
gelir."
Körpe
kız biliyordu zaten baştan beri. Aşkı zaafı olmuş bir umut sormuştu yine. Bu
konuşmadan sonra yiğidini uğurlayıp Allah'a emanet ettikten sonra yurt
toprağını gözyaşlarıyla demlemekten başka çaresi kalmamıştı.
Beynindeki
karıncalanma artmış buldu kendini akıntı ruhunu bedenine geri bıraktığında.
Meseleyi çözmüştü sanki. Öyle sanıyordu ki yüreği utanıyordu okuduğu
kitaplardan, yaşanmıştan, geçmişten. Layık olamamaktan utanıyordu. Hala onların
demlediğiyle kalan yurdu tüketmekten utanıyordu. Tekrar demleyememekten
utanıyordu. Gözünü kırpmadan yarın evleneceği sevdiğini bırakıpta yurt için
gazaya giden gazi atasından utanıyordu. Ahirette onlara neler diyeceğini, acaba
emanete hıyanetten kul hakkı yeyip yemediğini düşünüp utanıyordu. Bu
karıncalanma buydu. Utanmaydı.
Yunus
Emre'nin "ilim kendin bilmektir" deyişindeki gibi kendini biraz daha
tanımanın bilmenin mutluluğu ve yeni keşfettiği duygusu utancın karması yeni
bir ruh halinde geçti karıncalanması. Kaşları da çatık değildi. Her zamanki
dalgaların sesiyle beraber ayağa kalktı. Denize selamını verdikten sonra yeni
bir sigara daha yakıp eve doğru yürümeye başladı. Layık olmak için biraz erken
kalkıp günü iyi değerlendirmek gerek diye düşünüyordu...
Doğum günü
Hayaller dalgalar gibi. Sanki kafamda medcezir var. Med zamanı hayaller kızgınlaşır dalgalar gibi. Köpürerek vurdukça vurur, dur durak bilmez taşları çözer kum eder kaya bile duramaz karşısında.Hayallerinden kaçarsan da boşluğa düşersin çünkü hayatın denizdedir.Durgun akıntısız dalgasız denizse kirini atamaz temiz değildir. Hayal seni vurduğunda koskoca kaya kuma dönmüştür vurma artik bittim desen, fayda etmez çünkü medcezirin bitmesine daha vardır, doğa kanunu bu zamanı dolmadan asla durmaz.
Kum kayanın terbiyeli hali.Hayali tarafından vurulmuş sert kaya artık vurulmamak için her şekli alır ya sert olmadığından. Mesele vurulan kayanin kumken doğru şekli alabilmesinde..Geçmişin hayali med cezir gibi.
Hatırlar mısın bilmem?, Bende hatırlamak istemem ama hayal işte, durmaz. Bir gün elele yürürken ağlamaya başlamıştın. Bunu bizden başka kimse anlamaz ama çok güzel ağlardın. Seni ağlarken bir başka severdim. Neden ağladığını sorduğumda bir anda bana sarıldın. Her zaman, her sarıldığında senin kokuna senin benliğine boğulmak harikaydı. Deniz dalgası gibi masmavi gözlerinle bana baktın. Her bakışın içime işlerdi zaten. Dalgalar misali vururdu kum gibi yüreğime. İç çeke çeke "Ama ben seni çok özlüyorum" dedin ya. Şimdi anlıyorum ki belki de beni özleyemediğine ağlıyordun. Ama şimdi ben bu kum halimle ne şekle girmeye çalışsam da kum oluşumu unutamıyorum. Seni çok özlüyorum.
Aşkın tanımı ben hararetle birşeyler anlatırken gülerek gözlerime bakmandı. Anlattıklarımın tek kelimesini dinlememen deniz dalgasi gözlerinle bana ne konuştuğumu unutturmandi...Ve gülüşün çok güzeldi. Ama sadece bana bakarken.2 yıldır sana bakmamama rağmen kum olan yüreğime biçim verişinle senin gibi gülüyorum. Yüzümdeki haddim olmadan sana benzettiğim gülüşüm bana bıraktığın bir buse sanki. Hatıranla mutluyum. 20 yıl önce bugün doğduğunda kaderime yazıldığın için mutluyum.
Doğum günün kutlu olsun.
Kum kayanın terbiyeli hali.Hayali tarafından vurulmuş sert kaya artık vurulmamak için her şekli alır ya sert olmadığından. Mesele vurulan kayanin kumken doğru şekli alabilmesinde..Geçmişin hayali med cezir gibi.
Hatırlar mısın bilmem?, Bende hatırlamak istemem ama hayal işte, durmaz. Bir gün elele yürürken ağlamaya başlamıştın. Bunu bizden başka kimse anlamaz ama çok güzel ağlardın. Seni ağlarken bir başka severdim. Neden ağladığını sorduğumda bir anda bana sarıldın. Her zaman, her sarıldığında senin kokuna senin benliğine boğulmak harikaydı. Deniz dalgası gibi masmavi gözlerinle bana baktın. Her bakışın içime işlerdi zaten. Dalgalar misali vururdu kum gibi yüreğime. İç çeke çeke "Ama ben seni çok özlüyorum" dedin ya. Şimdi anlıyorum ki belki de beni özleyemediğine ağlıyordun. Ama şimdi ben bu kum halimle ne şekle girmeye çalışsam da kum oluşumu unutamıyorum. Seni çok özlüyorum.
Aşkın tanımı ben hararetle birşeyler anlatırken gülerek gözlerime bakmandı. Anlattıklarımın tek kelimesini dinlememen deniz dalgasi gözlerinle bana ne konuştuğumu unutturmandi...Ve gülüşün çok güzeldi. Ama sadece bana bakarken.2 yıldır sana bakmamama rağmen kum olan yüreğime biçim verişinle senin gibi gülüyorum. Yüzümdeki haddim olmadan sana benzettiğim gülüşüm bana bıraktığın bir buse sanki. Hatıranla mutluyum. 20 yıl önce bugün doğduğunda kaderime yazıldığın için mutluyum.
Doğum günün kutlu olsun.
Yufka, soğan ve peynir
Kör Emine'nin öldüğünden 4 kış geçmişti galiba.Mevsimlerden hasat mevsimi, günlerden mübarek günün ertesiydi.
Sabah ezanından hemen sonra küçük Halil tavukların yemleri vermiş, kümesi ve ahırı süpürmüş, evin iki baş ineğini sağmaya ablasına yardım etmiş ve öğlen yemeğini alelacele yiyerek köydeki arkadaşlarının yanına gitmişti. Hiç değişmezdi; her gün köyün diğer çocuklarının yanına daha çabuk gidebilmek için işleri çarçabuk bitirmeye çalışır ve kerahat vaktine doğru çocuklara has bir yorgunlukla, yorgun olmaktan mutlu olunan bir yorgunlukla dedesinin evine dönerdi.
Bugün de aynı şeyler olmuştu. Halil eve gelmiş ablasının ibrikten döktüğü suyla elini yüzünü yıkamış, abdest almış dedesiyle akşam ezanını bekliyorlardı. Namazdan sonra sofraya hep beraber oturulurdu. Halil için günün en güzel saatleri... Ablasının pişirdiği sımsıcak tarhana çorbası, bembeyaz türkmen yufkası, taze soğan ve peynir. Sofrada mütevazı azıklarını yerken Halil hep dedesini izler, dedesini öğrenmeye çalışırdı. Dedesi bir diz yukarda yarım bağdaş oturmuş, besmele çekmiş, çorbasını bitirdikten sonra su ve toprak kokan elleriyle dikkatli bir biçimde yufkadan kendine kadar bir parça bölmüş, sanki bir zanaat yapar gibi tek bir ufak parça bile ziyan etmemeye çalışarak soğanı ve peyniri yufkasına katık ederek dürme yapmış ve küçük lokmalarla yemeye başlamıştı.
Evet dedesinin elleri su ve toprak kokuyordu. Suyu ve toprağı koklasa kokularını alamazdı ve nerden bildiğini bilmiyordu ama küçük Halil dedesinin ellerinin su ve toprak koktuğunu biliyordu. Dedesinin elini öperken aldığı ve saf güven veren su ve toprak kokusu.
Halil'in dedesi her akşam olduğu gibi bu akşam yemeğinden sonra da sofra duasını etmiş, Halil ve ablasıyla beraber Fatiha-i şerif okumuş; kalkarken yine düşünceyle konuşma arası iç çekerek "aah babam" demişti. Halil önceleri, dedesinin bunu söylerken babasını hatırlayıp üzüldüğünü düşünmüştü ama üzerinden zaman geçtikte bu alışkanlığı sadece yemeklerden sonra yaptığını farketmişti. Aklını başında bildiğinden beri küçük Halil bunun anlamını merak ediyordu ama kararlıydı. Artık bugün soracaktı.
Yemekten sonra ablası sofrayı toplayıp yer yaygısını kaldırırken Halil ile dedesi de ya komşularından birini ziyarete gider, ya konuk beklerler ya da iki başlarına oturup söyleşirlerdi. Anlaşılan bugün söyleşme günüydü.
- "Dede, her sofradan kalktığımızda iç çekerek niye büyükdedemi anıyorsun?"
Dedesi gülümsedi.Torununun; kendisinin bile farketmediği bu ayrıntıyı sormasını beklemiyordu ama bilginin meraktan geldiğini bildiği için torununun meraklı olması hoşuna da gitmişti.
- "Teşekkür için Halilcik."
Halil'in aklına pek yatmadı. Büyükdedesi bildiği kadarıyla genç yaşta ölmüştü. Yani dedesi babasını tanımıyordu bile. Tanımadığı halde şu anda hayatta olmayan birine her gün teşekkür etmeyi kafasında uygun bir yere koyamıyordu Halil.
- "Nasıl teşekkür dede? Senin baban öldü ya. Ayrıca teşekkür edeceksen de neden sadece yemekten kalktığımızda ediyorsun?"
- "Sen burda doğdun Halilcik yaşında henüz toprağın kıymetini bilmek için çok küçük. Ben o zamanlarda senin yaşlarındaydım. Hatırlıyorum aşiretimizle birlikte Moğol zulmünden batıya doğru kaçıyorduk. Orada Osman derler bir Türkmen Beyi var imiş. Söğütte kök salmış Yenişehir'de Karacahisar'da Türkmen aşiretlerine toprak dağıtıyormuş ekip biçsinler diye. Biz göçerdik oğul, ekip biçme ne bilmezdik. Ama dediler ki Devlet böyle olunur. Moğoluyla keferesiyle böyle baş edilir denince gittik bizde kapılandık Osman Bey'e. Ama Türkmen'in karşılığını misliyle ödemeden bir şey aldığı görülmüş müdür oğul? Türkmen'e almak bir derttir alıp da korumak başka bir dert. Osman Bey demiş ki "Akın var! Evlerinizi, topraklarınızı korumak için güçlenmemiz, güçlenmemiz için akın etmemiz gerek."
Böyle bir çağırmada babam da gitti. Bütün hayatını göçer yaşamış, dört duvar ağır gelmiş zahir fukaraya. Atın üstünde olacağını duyunca aşiretin külli erkeği güle oynaya cenge gitmiş. Ha işte bu oturduğun evin, soğanını yediğin toprağın üstünü fethetmeye gelmiş büyükdedenle Osman Beyimiz. Zorlu bir gaza olmuş nazlı Bursa düşmek bilmemiş ama en sonunda Türkmen kılıcına yenik düşüp yurdumuz olmuş. Bedeli ödenip alınmış nazlı Bursa. Amma oğul ne Osman Bey dönmüş o gazadan ne de babam.
Sanma ki oğul o gün Bursa fetholundu da bitti. Ha daha demin yediğimiz soğan bizim bahçede yeşermedi mi oğul? Bizim bahçe Bursa'da değil midir? Babamla Osman Bey atam bu soğanı da fethetmemişler midir şimdi. Bu toprağın otuyla beslenen inekten yapılan peyniri bugün fethetmiş olmadı mı Osman Bey'le babam. Bursa elimizden çıktığı, düşman eline düştüğü gün fethi biter. Bizde ondan fethin bitmesini istemeyiz, fethin sürmesini ister ona çalışırız.
Babam hala Bursa'yı fethetmeye devam ediyorsa oğul; ölü değildir. İşte bu yüzden de şehitler ölü değildir Halilcik. Bana bugün fethettiği, hediye ettiği soğan için, peynir için, yufka için de teşekkür etmek boynumuzun borcu değil midir Halilcik?"
Son söylediklerini Halilin yanağını okşayarak ve gülümseyerek söylemişti küçük Halilin dedesi.
Halil düşündü.
...
Algı
Es-selamun aleyküm kardaşlar. Hele bir dur önce de bakalım sen kimsin, necisin derseniz Ersagun diye çağırırlar beni. Karabudundanım. Afşın yoldaşı, devlet sevdalısı, peygamber aşığıyım. Neci olduğumuza gelince; bilgi alır fikir satarız ağalar.
Kiri su yuğar, kir de terlemeden atılmaz ya, yüreği de terletmek gerek bazen. Ha sor kardaş nedir bu yüreğin teri de. Sözdür kardaş yüreğin teri. Ağızdan söz çıkmadan yürekten de kir çıkmaz. Haa bir laf ettik amma eksik ettik kardaş, yüreği güzel söz yuğar demeliydik. Duymuşsundur mutlaka temiz kalpli namını bir çok kez. Sen hiç duydun mu bir temiz kalplinin ağzından kötü laf çıktığını? İşte bizimkiside o hesap, he mi...
Vel hasılı gayemiz anlatmak ağalar. Yüreğimizin kirini yuğmak isteriz. Anlatmak için önce düşünmek lazım. Düşünmek için de önce konuşmak lazım. İnsan en iyi konuştuğu zaman düşünür. Konuş, tartış ki o süre içinde çok daha iyi düşünebilesin. Ama o düşünmenin işe yarar olması için lazım gelir ki söylediklerinden geri dönebilme kibirsizliğini gösterebilesin. Doğrusunu düşünmek için söyleşirken yanlış söylemiş olabilirsin. Ancak yanlış söylerken düşündüğün doğruyu faydalı kılmak için de söylediğin yanlıştan dönebilmen gerekir. Bizim de burda söyleşme esbabımızdan biri de bu. Doğruya ulaşmak. Tartışırken doğruya ulaşmak. Allah bize yanlışımızdan dönme kibirsizliğini versin inşallah.
Bizler bu mecrada ata eşek, kurda köpek desek de inananlar bulunuz kardaşlar. Halk kendi doğrusunu söyleyen bir kalemin yazdığı doksan dokuz yanlışa inanmaya hazırdır. Yeter ki onun tek doğrusunu söylemiş olsun. Bir de kaşı gözü yerinde usturuplu giyinen, lafları afilli, sözleri giysili olsun kafi. Bundan değil midir ki bütün haber sunucuları güzel ve iyi giyimli, bütün köşe yazarlarının saçı jöleli ? Ancak amaç doğrularımıza inanmanız değildir gözümüzde. Birbirimizi anlayabilelim yeter. Bizleri bu klavyenin başında sizleri de o ekranın başında buluşturan anlayıştır kardaşlar. Önyargısız samimiyet ve anlayış.
Girizgahı uzun tuttuk afedesiniz. Lakin anlayış için demem gerekti. Düğümü çok sıkmayacağım için; biraz da belki meramımızı yukarıda anlatmak istemişizdir. İnsanlar için kelimelerin anlamları algıda şekillenir. Örneğin benim için devlet baş üstünde tutulması gereken bir kavram iken, başka birisi için yerin dibine batırılması şart olan bir yapıdır. Ya da bir Arab'a akil dediğiniz zaman kökü ekele'den (yemek) gelen obur yeyici manasını anlarken, herhangi bir Türk akil'den akıllı anlamını çıkarabilir. Nitekim anlaşmazlıklarımızın en büyüğü burdan kaynaklıdır. Ana düğümü teşkil edecek olan millet, milliyet, milliyetçilik meseleleri de bu algı durumundan mütevellit sorunlar yaşanıyor.
Yazının devamı "faşist dermiş eşin dostun akraban..." tadında olmayacak merak etmeyin. Derdim biz faşist değiliz reddiyesi yapmak değil ki zaten biz kimiz, faşist diye itham edilen grubun içinde olduğum da nerden çıktı diyerek yeri gelmişken düşüncelerin bireysel olduğunu belirteyim. Yalnızca bir Türk milliyetçisi olarak desteklediğim ve reddettiğim durumlar var. Naçizane onları açıklamaya çalışacağım.
Daha şimdiden Türk milliyetçisi tamlamasını duyar duymaz önyargı duvarları aniden yükselen, içi ürpererek dışlama damarları kabaran kardaşlar için aslında bu yazı birazda. Acaba sizin anladığınız Türk milliyetçiliği ile benim anladığım arasında ne gibi farklılıklar var. Kelimelerden gidersek eğer bırakın Türk milliyetçiliğini sizin anladığınız millet ile benim anladığım arasındaki fark az mı çok mu acaba. Sizi bilmem ben kendiminkini anlatarak işe başlayayım belki anlaşırız.
Millet; benim lügatımda yığın olmayan toplumdur. Devletleşmeyi becerebilmiş, ortak değerleri olan halka millet denir. Ortak değer ne mi? Karsta yediğin normal bir ev aşını aynı haliyle Edirne'de de yiyebiliyorsun ya ortak değer o işte. Kolay kolay kandırılamayan iyi giyimli haber sunucularının ağzından dökülen zehirlerin bal olmadığını bilen halk millettir. Benim anladığım millet'in her ferdi birbirini bilir. Birbirine aynı milletten olduğu için güvenir. Hani şöyle bir kahve siyaseti vardır ya "abi sağcısı olsun solcusu olsun savaş çıksa omuz omuza savaşır bu milletin her bir ferdi" diye, işte bunun gibi devlet konusunda birbirine güvenen halk millettir.
Milliyet ise millete bağlılıktır benim lügatımda. Milli-yet, milli olmak, milli ölçüye bağlı kalmak, millet olabilmektir. Devletin varlığı için omuz omuza verebilme özverisi ve fedakarlığıdır milliyet. Devleti baba bilmek, devleti oğul bilmek; baban için, evladın için çalışmaktır milliyet.
Milliyetçilik tutuculuk değildir. Milliyetçilik ülkücülük de değildir. Milliyetçilik siyasi bir kavram hiç değildir. Evet milliyetçiliğin bazı siyasi uzantıları tabiki olacaktır ama milliyetçiliği siyasi uzantılara indirgemek benim düşüncelerime göre büyük haksızlıktır. Milliyetçilik bir tanımıyla da geçmişe layık olup köklerinden güç alarak geleceğe göğe dal uzatmaktır.
Türk milliyetçiliği kişilere bağlılığı kabul etmez, ülküye ve gayeye bağlıdır herşey. Hakanlar gelip geçer nice Alpaslanlar, Kılıç Arslanlar, Osmanlar gelip geçmiştir ancak onların sadece gayeye hizmetleri olmuştur. Millet hiçbir zaman o isimleri gaye haline getirmemiştir.
Türk milliyetçiliği geçmişe köklerine sımsıkı tutunur ancak toprağın altında ve çağın gerisinde yaşamayı kabullenmez. Geçmişe sarılmak tutuculuk da değildir. Bin yıllık toprağını bırakıp da kendine başka yurt seçmek devrim değilde nedir?
Türk milliyetçiliği dinamiktir. Uyuşukluğu kabul etmez.Akındadır hep.Tıpkı kırkaltı yıllık saltanatının ancak az bir kısmını sarayında geçiren hakan gibi.
Türk milliyetçiliği mücadelecidir. At üstünde yalın kılıç kırk çerinin Çin ordusunu yenemeyeceği açık olsa da o destanın bizim bağımsızlığımızın teminatı olduğu fikri mücadele ateşi verir Türk milliyetçisine.
Türk milliyetçiliğinin sermayesi bir atın iki kulağı gibidir.Bir yanda devlet işleri diğer yanda inanç ve bilgi. Edebali Şeyh ile Osman Bey gibi. Akşemseddin Hoca ile Fatih gibi.
30 Mayıs 2013 Perşembe
İlk telefon
Düşünmeyi
öğrendiğim günden beri öleceğim günü bekledim.Düşünmeyi öğrendiğim günden beri
Allah'ın varlığına iman ettim başağrımdan kurtulmamın tek yolunun ölümle
ulaşacağım vuslat olduğunun bilincindeyim.Halbuki daha 20 yaşında yeni yetme
bir körpeyim ama sınavda daha fazla yazacak birşeyi kalmamış teneffüse çıkmayı
bekleyen bir öğrenci gibi soluk alacağım vakti toprağın altını gözlemekteyim.
Biliyorum
daha erken.Hayat hakkında hiçbirşey bilmiyorum.Ergenlikten yeni çıkmış onlu
yaşlarını yeni bitirmiş daha alın teriyle para kazanmanın ne demek olduğunu
bile bilmeyen fikirleri ham düşünceleri yeni küçük bir çocuğum. Bu zamana kadar
bana hep olgun hissettirdiler.20 yıllık şu geçmişimde hep başarılı oldum ama
hiçbir zaman bir amacım olmadı.Hala da bir amacım yok.Bir heyecanım yok.Her
akşam babamın hayata lanet edişiyle günü bitirdiğim için üniversiteyi bitirip
çalışmaya da pek hevesim yok.
İnsanın
dünyadaki sınavlarından biri de böyle bir sabır sınavı olabilir.Ölümü beklemek
ne kadar değişik bir duygu. Babam bana ilk telefon aldığında sanırım liseye
yeni başlamıştım 14-15 yaşındaydım ve telefonumun açılış mesajı "ölüm
yakın"dı.İnsan kafayı yememek için sabretmeli.Düşünüyorum da ölümden
kurtulmanın, insanın ölüm her aklına geldiğinde aklını kaçırmamasının tek yolu
Allah'a inanmak.İnanmayanların hali ne kadar kötü.Her an ölebilirler ve onların
inancına göre her an işleri bitebilir.Ölümün ne zaman geleceğini bilmiyorlar ve
hiçbir amaçları yok.Nasıl kafayı yemiyorlar hayret ediyorum.Neden yaşıyoruz
sorusunun cevabını veremeyen bir insan nasıl yaşar onu da anlamıyorum.
20
yaşındayım ve Türkiye istatistiklerine göre ortalama yaşarsam 52 yıl daha ömrüm
var.15 yaşından sonra doğru düzgün düşünebilmeye başlayıp
hatırlayabildiğime göre bu dünyaya sabrettiğimin 10 katı kadar daha sabretmek
durumundayım.Allah'ım bana biraz dünya sevgisi ver ki bu 50 yıl içinde sonunu
düşünerek ve isteyerek yaptığım tek şey namaz ve oruç olmasın.
Düşünmek
insanlığın en büyük belirtisi ve en büyük işkencesi.İnsanlar sürekli
düşünmemeyi sağlamak için bir şeyler yapmaya çalışıyorlar.Alkol, uyuşturucu bu
çabanın maddi sonuçları ama insanları uyuşturmanın başka yolları da var.
Günde
kaç saat televizyon izliyoruz ki.Biliyorum biliyorum hiçbiriniz izlemiyorsunuz
sadece internetten birkaç dizi takip ediyorsunuz siz üstünüze alınmayın ben
benim gibi izleyenlere söylüyorum.Bir insan neden ülkemdeki hiçbir amacı
olmayan insanların katıldığı üç saat içinde koşa koşa alışveriş yaptırarak
tüketim çılgınlığını komik bir biçimde gözler önüne seren, bunun sonunda da
aldığı kıyafet asla hiçbir zaman beğenilmeyen insanların birbirlerine sövdüğü
bir programı izler ki.Betimden anladığınız kadarıyla bende
izledim.Biliyorum.Uyuşmamız gerekiyor.
İnsanlar
neden 14-15 saat uyanık kaldıkları çok değerli bir gün içinde en az 2-3
saatlerini hadi benn evlenmeye geldim diye çıkıp gelen; evli, arabalı,
yakışıklı en az 2.500 lira maaşlı, ne istediğini bilen (o da ne demekse artık)
ruh eşini arayan saçma sapan insanların insafsızca birbirlerini yargıladıkları
onbinlerce kişinin gözetlemesi altında ben seni beğenmedim derken ki
mahcubiyetlerini, o dünyanın belki de en rezil anından sonra da sunucu kadının
göbek
atmasını izler ki.Hayır hayır insanlara kesinlikle düşünmek fazla
geliyor.

Eğer bu
yazıyı sonuna kadar okuyan birisi varsa teşekkür ederim.Muhtemelen ya boş
kalmıştır ya da benden bir şeyler bekliyordur ki sonuna kadar okumuştur.Kusura
bakma okuyucu sadece yapacak daha iyi bir işim yoktu.Yazmak güzel şey.Konsere
gidip fotoğraf, video falan çekmekten konserin keyfini alamazsın ya bu da onun
tam tersi işte.Tutanak tutmadan ne yaşadığının çok da farkında
değilsin...Yeteri kadar uzattım.Gözlerinden öperim okuyucu.
25 Mayıs 2013 Cumartesi
Gelenler
Herkese iyi günler arkadaşlar.Yazının konusu bir belgesel.Daha doğrusu bir yazı olmayacak sizinle bir bölümü 10 dakika olan bir belgesel dizisi paylaşmak istiyorum.İsmi "the arrivals".Türkçe anlamıyla "gelenler".Gelenlerden kastı üç kişi, Deccal, mehdi ve mesih.Ama sanmayın ki sürekli dini terimler hz. İsa deccal'den bahsediyor.Aslında belgeselin esas anlattığı gelenler için hazırlanan dünya.Dünyanın şu andaki hali.Hazırlayanlar sonradan ihtida etmiş müslüman olmuş iki Amerikalı din kardeşim.Anlaşılan bir takım şeyleri görmüşler farketmişler ve insanlara görsellik video yoluyla anlatmayı uygun bulmuşlar.Naçizane bende yazarak anlatmaya çalışıyorum içimdekileri.Rica ediyorum izleyip izletelim youtube'da 10-15 000'den fazla izlenmemiş videolar bunlar çok profesyonel kameralar ışıklar sesler beklemeyin ama akla mantığa düşünceye değer veriyorsanız hayatın sizin için bir anlamı varsa izlemelisiniz.Deccal mesih falan diye "ben zaten inanmıyorum izlememe ne gerek var" demeyin lütfen.Bir kere izleyin.
Aslında hepsini yazmak istiyorum, aslında hepsini büyük harflerle yazmak istiyorum ama bir şekilde diğerini daha çok vurgulamak gerek.3. bölümün devamını izlerseniz ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.Televizyonda, internette, müzik kliplerinde her yerde artık herşeyde cinsellik var herşeyde.Yemek reklamında, lastik reklamında, her türlü filmde...Dizilerin tutması için içinde cinsellik olması şart artık.Romandan uyarlama game of thrones'da 10 dakika kitaptan çeviriyor 10 dakika birilerini seviştiriyor.Kimse de demiyor ki NİYE?"İnsanların izlemesi için olması lazım" olarak kabullenilmiş.Durumun bilincinde misiniz bilmiyorum ama DURUM KABULLENİLMİŞ.Bu çok tehlikeli.Gençlere idol olarak tanıtılan ünlülerin yaşantılarına bir bakın.
Size fazla detaya inmeden bunun somut sonuçlarından güncel bir örnek vermemi ister misiniz.Geçenlerde metroda öpüşen bir çifti uyarmak için anons yapılmış ahlak kurallarına uyalım diye.Bunun üzerine muhalif, heyecanlı, hayırdır çeken gençliğimiz akıllarınca bir eylem planlamış.Kurtuluş metrosunda buluşup topluca öpüşeceklermiş tepki için.Şimdi olayın haklılığını haksızlığını tartışmayacağım.Ya noluyoruz.Noluyorsunuz.İnandığınız hiç mi birşey kalmadı.Özgürlük, çağdaşlık, insanlık dediğiniz kavramlar ahlak kurallarını ayaklar altına almak mı? Somut örnek bu işte.Gençlik öyle bir hale gelmiş ki ve öyle kısa zamanda gelmiş ki Türkiye'nin ortasında başkentte gençler insanlığı, özgürlüğü, çağdaşlığı savunmak için topluca ahlaksızlık eylemi yapabiliyorlar ya.Tabi bana göre ahlaksız onlara göre çağdaş.Normal geliyor normal.Biz anormaliz onlara göre.Acıyorum beyinleri nasıl bu kadar yıkanmış.Bilemiyorum.Korkulacak bir durum bu.
Yalvarıyorum her odamızda olan o dikdörtgen kutudan uzak duralım.Özellikle küçük çocuklar kesinlikle izlememeli kesinlikle.Bize çaktırmadan nesiller ilerledikçe değerler yıpratılıyor, ahlak ayaklar altına alınıyor, gelenek küçümseniyor, disiplin düzen yerine salmışlık moda olarak sevdiriliyor yeni nesillere.Televizyon denilen şeyin tek ama tek yaptığı buna hizmet.Çok dikkat etmek lazım.Popüler olan herşeyden, her programdan, her kitaptan, her müzikten şüphe etmek; dikkatli yaklaşmak lazım.Çünkü yığınlar yönlendiriliyorsa ona özendiriliyorsa medya ve televizyon tarafından orada paranoyaklık lazım.Kalın sağlıcakla ve lütfen izleyin.
Yukarıda gördüğünüz belgeselin üçüncü bölümü.İzlemeye karar verirseniz bence sunuş bölümünü atlayabilirsiniz 2. bölümden başlayın.Özellikle bu bölümü blogda paylaşmamın özel bir sebebi var.Bu bölüm akıl kontrolü ile ilgili.Bölümden alıntı yapıyorum:
"Size karşı kullandıkları silahlar evlerinizde bulunup, sizi ve çocuklarınızı eğlendirip, yavaşça, siz farkında olmadan size onların hayat tarzını aşılamaktadır.Günümüz toplumunda insanlar git gide artan bir biçimde çağdaş medya, televizyon, sinema, bilgisayar oyunları, internet, popüler romanlar, popüler müziği hayatlarının ayrılmaz bir parçası yapmıştır.Bunların hepsi bilinçli ya da bilinçdışı aldığınız geniş bilgiler içermektedir.HER GÜN TOPLUM HAKKINDA İDEALLER, AHLAK KAVRAMLARI VE TOPLUMUN NASIL YAPILANMASI GEREKTİĞİ HAKKINDA FİKİRLER GÖZLERİNİZİN ÖNÜNE SERİLMEKTEDİR.Bu medyalar bir bireyin dünya ve var olan herşey hakkındaki görüşlerinin temellerini oluşturmakta büyük rol oynar."
Aslında hepsini yazmak istiyorum, aslında hepsini büyük harflerle yazmak istiyorum ama bir şekilde diğerini daha çok vurgulamak gerek.3. bölümün devamını izlerseniz ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.Televizyonda, internette, müzik kliplerinde her yerde artık herşeyde cinsellik var herşeyde.Yemek reklamında, lastik reklamında, her türlü filmde...Dizilerin tutması için içinde cinsellik olması şart artık.Romandan uyarlama game of thrones'da 10 dakika kitaptan çeviriyor 10 dakika birilerini seviştiriyor.Kimse de demiyor ki NİYE?"İnsanların izlemesi için olması lazım" olarak kabullenilmiş.Durumun bilincinde misiniz bilmiyorum ama DURUM KABULLENİLMİŞ.Bu çok tehlikeli.Gençlere idol olarak tanıtılan ünlülerin yaşantılarına bir bakın.
Size fazla detaya inmeden bunun somut sonuçlarından güncel bir örnek vermemi ister misiniz.Geçenlerde metroda öpüşen bir çifti uyarmak için anons yapılmış ahlak kurallarına uyalım diye.Bunun üzerine muhalif, heyecanlı, hayırdır çeken gençliğimiz akıllarınca bir eylem planlamış.Kurtuluş metrosunda buluşup topluca öpüşeceklermiş tepki için.Şimdi olayın haklılığını haksızlığını tartışmayacağım.Ya noluyoruz.Noluyorsunuz.İnandığınız hiç mi birşey kalmadı.Özgürlük, çağdaşlık, insanlık dediğiniz kavramlar ahlak kurallarını ayaklar altına almak mı? Somut örnek bu işte.Gençlik öyle bir hale gelmiş ki ve öyle kısa zamanda gelmiş ki Türkiye'nin ortasında başkentte gençler insanlığı, özgürlüğü, çağdaşlığı savunmak için topluca ahlaksızlık eylemi yapabiliyorlar ya.Tabi bana göre ahlaksız onlara göre çağdaş.Normal geliyor normal.Biz anormaliz onlara göre.Acıyorum beyinleri nasıl bu kadar yıkanmış.Bilemiyorum.Korkulacak bir durum bu.
Yalvarıyorum her odamızda olan o dikdörtgen kutudan uzak duralım.Özellikle küçük çocuklar kesinlikle izlememeli kesinlikle.Bize çaktırmadan nesiller ilerledikçe değerler yıpratılıyor, ahlak ayaklar altına alınıyor, gelenek küçümseniyor, disiplin düzen yerine salmışlık moda olarak sevdiriliyor yeni nesillere.Televizyon denilen şeyin tek ama tek yaptığı buna hizmet.Çok dikkat etmek lazım.Popüler olan herşeyden, her programdan, her kitaptan, her müzikten şüphe etmek; dikkatli yaklaşmak lazım.Çünkü yığınlar yönlendiriliyorsa ona özendiriliyorsa medya ve televizyon tarafından orada paranoyaklık lazım.Kalın sağlıcakla ve lütfen izleyin.
30 Nisan 2013 Salı
boyaboyuna.com
Eskiden sokakkültürü diye bir site vardı.Özellikle Ankara writerları mc'leri internet ortamında o forumda takılır hep birbirimizden haberdar olurduk.Büyüklerden yorum alabilmek için sketchlerimizi yüklerdik.Oradan tanışır duvarlara giderdik vs.Yani bir hip-hop ortamı vardı, birliktelik vardı.2 yıldır öyle bir birliktelik yok Ankara'da da hip-hop ortamı kalmadı zaten.Eskiden en azından haftada bir Ankara'nın bir yeri boyanırdı.
Şimdi de böyle bir kıpırdanma var.Çizmeyi devam eden kardeşlerimizden stak böyle bir internet sitesi kurdu ve bizi birleştirdi sağolsun. www.boyaboyuna.com adıyla bir forumumuz var artık ve tekrar birbirimizden haberdar olup o eski ortamı tekrar kuracağız inşallah.
Kaynaşmayı sağlamak için de bir sketch battle düzenlendi.Kelimemiz "boya" idi ve bizde elimizden geldiğince birşeyler çizdik.Çizmek gerçekten çok güzel birşey.Önce kurşun kalem ile iskelet ve stil.Stil oturduktan sonra pilot kalemle outline'lar.Daha sonra hangi blok tarzı yapacağına karar ver ve blokları çiz.Kağıda dakikalarca boş boş bak nasıl boyasam hangi renkleri kullansam diye.En son birinde karar kıl ve kağıda boyayı sür.Boyadan sonra second line'ı çiz.Yapacaksan arka plan yap ve en son mutlu bir şekilde tag'ini at.Selametle.
24 Nisan 2013 Çarşamba
Her şey gözümüzün önünde
Herşey gözümüzün önünde olup bitiyor. Söylenecek o kadar çok şey var ki.
Alevisi sünniye, Ermeni'si Türk'e, Türk'ü Kürd'e, sağcısı solcuya düşman.
Akademisyenler ilimlerinden mağrur, sözde aydınlar kibir deryasına dalmış halkı küçümsemekte.
Müslümanlık debbağın dövdüğü gön misali herkes çekmiş bir ucundan önüne gelen parçayı döğmekte. Bir "dincilik" furyası ki almış yürüyor. İslam sancaktarı millet dedesinin davasını unutmuş okullardaki din dersine, sokaklardaki cami sayısına takar olmuş.
Millet desen on fırka bin fırka onbin fırka, tarihinin en kafası karışık dönemini yaşıyor. Sağcı, solcu, liberal, milliyetçi, ülkücü, muhafazakar, demokrat, cumhuriyetçi, sosyal demokrat, sosyalist, komünist, özerkçi, faşist, dinci, kemalist, cemaatçi, ulusalcı...Bunların binlerce kombinasyonu ve türevi daha...
Memlekette bir "intikam" ve "temizlik" operasyonu. Ona paralel olarak teröristbaşının hapisten çıkması "tartışma konusu" olabilecek duruma gelinmiş.
Öğrenciler heyecanlarından kullanılmaya açık. Kafalarından ziyade elleri çalışır vaziyette. Dinlemeden ziyade konuşma revaçta.
İnsanların bile değerini belirleyen mehenk para olmuş.
Bakkal Niyazi amca bile telefonunun dinlendiğinden şüpheli.
Zengini zenginliğinden, yoksulu yoksulluğundan bencil.
Bilen bildiğinden bilmeyen bilmediğinden kör cahil.
Ve biz umud edenlerdeniz. Allah'tan ümit kesilmez diyenlerdeniz. Bir gün... Bir gün bu millet kalkacak, üzerindeki kiri temizleyecek, pislikleri atacak ve hak ettiği devlet gücüne kavuşacak. Hatırladığı, özlediği, ah çektiği eski günlerine nispet yaparcasına Fatih'ler, Yavuz'lar yetiştirecek. İnanıyoruz, inanıyoruz ve bu binlerce kilo yükü kaldırmaya çalışıyoruz, omuzlarımızın üstünde yükselmesini istiyoruz. Bu karanlığın aydınlanması için yanan mum olmaya çalışıyoruz. Belki bizim ateşimizle o kutlu yangın çıkmayacak ama en azından ateşimiz sönmeyecek.
Allah bizi muvaffak etsin .Ben ve benim gibi düşünenleri, mürşitlerimi, yoldaşlarımı...
14 Nisan 2013 Pazar
İyi günler
Eskiden en azından haftada bir resim çizerdim bu üsttekinden daha çok vakit harcanmış, renkli, özenli. Muhtemelen aylardır ilk defa kalemi elime aldım ve ortaya böyle birşey çıktı.
Burada graffitinin felsefesini yapacak değilim size ama masanın üzerinde kurşun kalem silgi ve defter olduğu halde saatlerce bir çizgiye uğraştığın zaman insan sıkıntılarını bir süreliğine unutuyor. İnşallah devamı gelir arayı çok açmam da elimin hamlığı biraz gider. Herkese iyi günler.
18 Mart 2013 Pazartesi
Utanıyorum
20
yaşındayım.Çocukluktan, dünyayı heyecan perdesinden görmeyi yeni yeni
bırakıyorum ve etrafa bakıyorum.Gördüklerimse üzücü.Bana çaresizliği
hatırlatıyor ve hicap duyuruyor.
Utanç
duyuyorum.Gördüğüm duyduğum herşeyden.Görmemek için yere bakıyorum ve duymamak
için düşünüyorum.Düşündükçe nedenleri daha iyi anlıyorum ancak sonuca
varamıyorum çözüm üretemiyorum.Bundan çok utanıyorum.
Kantinde
sürekli maruz kaldığımız pankart ve afiş tacizine alıştık.Yüreğime dokunanı
kantine ve amfiye girip çıkarken -afişten nasibini almamış tek duvar olmadığı
için- tavandan sarkıtılan kürtçe bildirilerin altından geçmek ve çarpmamak için
başını eğmek zorunda kalmak.O afişleri yırtamadığım ayağımın altına alıp
çiğneyemediğim için çok utanıyorum.Özür dilerim.
Ana
koridorda kıçıkırık bir laptopda sesi hoparlöre verilmiş bangır bangır çalınan
kürtçe müziği susturamadığım laptopuda hoparlörüde yere çalıp parçalayamadığım,
önünde gerillalar gibi halay çeken iki kıza iki tokat vuramadığım için
utanıyorum.
Sempozyumda
hiç yoktan saldırı düzenleyen, kız arkadaşlarımı korkutan ağlatan, erkek
kardeşlerimi tehditle okula sokmayan topluluğa ses çıkaramadığım için
utanıyorum.18 Mart anma etkinliklerini basan yakan yıkan yağma eden soysuz
çapulcuları kovalayamadığımız için utanıyorum.
60 ve
70'lerde içinde terörist saklanan, rehine tutulan; polise, jandarmaya , askere
gözünü kırpmadan kurşun sıkan öğrencileri barındıran okulun bu faaliyetlerini
şu an direniş olarak yorumlayan, o ruha diriltmeye çalışıp o ruhla gurur duyan
öğrencilerin olduğu, tek bildiği içip gezmek olan bir nesilde olmaktan ve acizliğimden utanıyorum.
Allah
hepimizi, benim gibi düşünenleri affetsin.Okullarda binlerce arslan bir avuç
köpeğe karşı birleşip kükreyemediğimiz için.Tek kalıp sessiz kaldığımız için.
Diyor
ya Muhsin Yazıcıoğlu:
Allah
hepimizi affetsin, bu millet Türk milleti olamaz
Türk
milleti İslama bu kadar cahil kalamaz
...
Bu ne
düşmanlıktır kardeşim yazdıkça yüreğim kanıyor
17 Mart 2013 Pazar
Ne halleri varsa görsünler
Aşk gayesiz
insanlar içindir."Nerde acaba, şu an napıyo, kimin kollarında, o da beni
düşünüyor mu" kimin umrunda.O elinde ellilik bira bardağıyla karşısında
açık açık flört ettiği oğlancıkla beraber "bu mekan güzel de müzikler
biraz bayık sanki" sohbetleri yapmaya devam etsin, ben ve biz odasının her
tarafını okunmuş sonsözü yazılmış kitaplarla doldurmaya çalışırken
huzurluyuz.Amacımız varki ne kadar daha az uyuyabiliriz de bilgi deryasından
bir damla daha nasipleniriz derken, onlar ne kadar daha içki içebiliriz de
beynimizi uyuşturup yaptığımız ahlaksızlıkları meşru hale getirebiliriz
derdindeler.Gördükçe kaşlarımızın çatılmasının sebebi değildir
kıskançlık.İğrenç ve mutlu görüntünün altındaki o melankolik bohem hayata bir
katre gıpta duymayız ki kıskanalım.Sebep üzüntüdür onlar adına.Başkasının
günahına ağlayan adam gibi.Sebep acziyettir.Hem onların ki hem sağlam
duramadığımızdan kendimizinki.Aşkla bu eylemleri yan yana konuştuğumuz için.
Diyemiyoruz
ki ne halleri varsa görsünler.Günahlarının karşılıklarını alırlar nasıl olsa
bırakınız yapsınlar diyemem.Zerre kadar katlandığım onu düşünme süresi için onu
birazcık önemli görüp güzel sıfatlara layık bulduğum için diyemem ne halleri
varsa görsünler.Görmesinler.Acizliğimin ve onun tabiriyle zayıf karakterliliğimin
göstergesidir ve kabulumdur.Kapatılsın bütün meyhaneler.Onları da beni de
günaha sokmamak için yeterli param olsaydı alırdım kolonya dahil içinde alkol
bulunan bütün içecekleri.Sabır sınavımıza katlanmak için yapamıyoruz tabi
ki.Olsun.Aşk bunlara gebe.Sürekli kafa dalgınlığı sonu olmayan düşünceler cart
curt.O yüzden idealleri olan ülküsü olan insan aşık olmaz bu zırvalarla
harcayacak vakti olmaz.Kendini terbiye etmiştir benliğin boş arzularına acıkmaz
artık.Dünyevi, cismani aşkı aramamak dileğiyle.Sadakatimiz yalnız fikire
bilgiye olsun.Bağlılığımız değerlerimize olsun.Karıya kıza değil.Boşver
evlenirsin nasılsa.
7 Mart 2013 Perşembe
Ata'm de
Mete
Han gibi birine atam de ki M.Ö. 200'lerden beri bütün dünya orduları onun
kurduğu düzenli onluk sisteme göre olsun.Bütün cihana askerlik sanatını
öğretmiş olsun.Attila gibi birine atam de.De ki atam dediğin kişi
"Tanrının kırbacı" yakıştırmasına layık olsun.Roma'ya bütün avrupaya
kök söktüren biri olsun.Atam de.De kardeşim yüksek sesle söyle korkma
kınarlarsa kınasınlar seni.Sen bismillah dedin atam demeden önce.Sırtını
Allah'a verdin korkma hiçbirşeyden hiçbir insandan.Sen ev sahibinin arkadaşısın
sahibin halifesisin korkma utanma bağırarak söyle.Atam Hunlar Göktürkler
de.Kendisinin 50 katı nüfusa sahip bir millete binlerce kilometrelik duvar
ördürten bir millet çünkü senin atan.Kanın deli akar senin.Gocunma atalarından
mirasdır.Orta Asya dar geldi onlara kafkasyaya avrupaya mezopotamyaya aktılar
akın akın.Dört duvarın sana dar gelmesi normaldir.Çık gez yürü çünkü görmediğin
bilmediğin yer senin değildir.Çekinme Göktürk benim atam demekten.Onlar ki
başbuğlar Kür Şad olan nesillerdir.40 yıl zor dayandılar istiklal hasretine Kür
Şad atam dahil 40 çeriyle bastılar 1000 muhafızlı Çin sarayını.Arslanlar gibi
bozkurtlar gibi çarpıştılar da misillerini de yıkmadan devrilmediler yere.
Satuk
Buğra'ya Gazneli Mahmut'a atam de.İsimlerini che kadar castro kadar
duymamışsındır belki ama atandır.Biri İslam'ı ilk kabul eden hakan diğeri ise
Hindistanı İslamlaştırmaya gönül bağlamış büyüğümüzdür ruhları şad olsun Allah
rahmet eylesin.Tuğrul atam Çağrı atam.Ah bir görseydim yiğit
yüzlerini.Ordularında vasıfsız bir çeri olsaydım.Çağrı Bey'imin akıncı
kollarında kavmimden Anadoluma ilk ayak basanlardan olsaydım.Onlar ki bir atın
iki kulağı gibiydiler.Çağrı Bey'imin oğlu Alpaslan atam.Keşke taş olsaydı o
hançeri taşıyan şerefsiz haşhaşi.Çok erken geldi Alpaslan atamın eceli.Atam de
en çok Alpaslan atama atam de.Onlar için değil kendin için.Övün gururlan
gözlerinden yaşlar boşansın isimlerini her duyduğunda utançtan hicaptan.1000
yıl önce Alpaslan atamın misliyle Bizans ordusunu hallaç pamuğu gibi atarak
ordu başlarını esir ederek aldığı Malazgirt ovasını kanla boyayarak aldığı o
anadoluda birilerinin hak iddia etmesine göz yumduğun için ses çıkartmadığın
için zulme baş kaldırmadığın için utan onlardan.Nasıl bakacaksın ahirette
yüzlerine.Düşün.Sonra atam de içten ve sonra sevin.Titre.Titre ve sonra kendine
dön.Atalarına dön onların miraslarının bilinciyle yaşa.Afşın atam gibi
ol.Başbuğunun bir tek sözüne hayatında daha görmediğin denize kılıç değdirmeye
git.Sevdiğini ananı babanı geride bırak Afşın Bey atam gibi.Sırf millet
için.Ersagun Bey atam gibi.O önemsemedi bütün milleti tarafından hain olarak
anılmayı.Başbuğunun tek bir lafıyla hain yaftasını yapıştırdı kendine girdi
Bizansa Selçuktan size sığındım hristiyan oldum dedi içi kan ağlayarak ama
milleti için tek tereddüt göstermeden.Milleti onu hain bildi ama o milleti için
hain damgası yemeyi kabul etti.Sense "Ben Türkoğlu Türk'üm" desem
bana kötü gözle bakarlar mı diye düşün.Hiç düşünmez misin niye yaşarım şerefim
haysiyetim olan geçmişimi tek kalemde silersem diye.Düşün kardeş düşün en çok
da göğsünü gere gere "Atam" de.
Süleyman
Şah atam.Kılıç Arslan atam.Kutlamış oğulları.Allah onlara rahmet etsin.Süleyman
Şah'ım emrinde merkezden büyük ordusu, altında koskoca anadolu onun mülkü ama
bir kez bile düşünmedi Melikşah'ına hükümdarı velinimetide başkaldırıp isyankar
olmayı.Nefsine yenik düşmedi Allah korkusu vardı içinde bildi eğer o güveni
boşa çıkartırsa Allah onu görür bilir hainliğini cezalandırır öbür
dünyada.Verilen yetkiler askerler ordular milleti için kullanılmalı.Bildi
Süleyman Şah'ım.Kılıç Arslan atam.Bütün avrupa şövalyeleri gençleri çapulcuları
600.000 kişi dile kolay.Yürüdüler Anadoluya.Vurup geçeceklerdi güya.İstanbuldan
girdiler altı yüz bin kişi.Hatay'a İskenderun'a inene kadar eridiler
bittiler.Kılıç Arslan beton bir yumruk gibi çarptı onlara.Gece baskınlarıyla
vur kaçlarla gerilla savaşıyla.Kolay değil öyle aldığımızı bedavaya
vermek.Neyle aldıysak o toprakları ancak aynı değerle geri veririz.
En
büyük darbeyide kendi soyumuz amcaoğlumuz halaoğlumuz vurdu bize.Harezm
diyarından bir vurdu moğol.Selçuklu neye uğradığını şaşırdı.Ama o da o kadar
kolay değil.Ahmet Yeseviler var.Yesevi talebeleri var Anadolunun dört bir
yanında.Bedene vurdun bıçağıda ruha işler mi demir.İşlemedi de zaten.Şer
hayırlara vesile oldu ve kuruldu Osmanoğlu.Bir gece görülen rüya ve çift başlı
kartalın dünyaya hakim oluşu.Canlar feda olsun öyle rüyaya.Oldu da...
Osman
Bey atam görmeyecek de ben mi göreceğim bu günahkar ruhumla.O ki Edebali
Şeyhimden Malhun Hatun'u istemeye gittiğinde kaldığı misafir odasında Kur'an-ı
Kerimin önünde ayaklarını uzatıp da uyuyamamıştı.Keşke o çok istediği Bursa'nın
fethini görseydi.Allah'ın takdiri...Atam de, bütün vücudun titreyerek
gözlerinden yaşlar boşanarak atam de Fatih'e Yavuz'a Kanuni'ye.Cihada adanmış
ömürler.Devlet için millet için 1000 yıl sonrasını düşünerek öldürülen
kardeşler.Vur bakalım kardeşine şöyle okkalı bir yumruk.Yapabilir
misin?İsteyerek hoşnut olarak mı yaptı atalarım.Allah onlardan sabırlarından
razı olsun.Onlar düşündüler bin yıl sonrasını.Sense en azından yarın için bir
plan yaptın devlet millet düşünerek?"Bizim kudretimizin ulaştığı yerlere
onların hayalleri bile ulaşamaz."Gemileri karadan yürüttü Fatih
atam.Hayallerin ulaştı mı?Hemde 500 yıl öncesi.Muhasara altındaki bir şehrin
tam ortasından ve kimseyi uyandırmadan.Çünkü ya o alacaktı İstanbulu, ya da
İstanbul onu.Bütün dünyanın gözbebeğini hediye etti Fatih atam nesline.Ömrü
vefa etseydi İtalya'da papaya götürecekti tebliği ancak Allah'ın takdiri..Yavuz
atam Kanuni atam.Tarih gördü mü acaba böyle bir baba-oğul.Anlatmaya kalemler
kağıtlar anlamaya gözler kulaklar yetmez.Kanuni Sultanım.24000 adaya hakim Açe
sultanı dedi biz tabiyiz sana.Daha yüzünü bile görmemişken.Selim oğlu Yavuz
atam.Ahirette önünde elpençe divan dursam Allah nasib ederse...
Sana
daha kaç tanesinden bahsetmemi istersin utanmaman için.Barbarosu bilir
misin?Akdenizde denizciyken Cezayiri fethetti gönüllüleriyle de zerre gurur
yapmadan Osmanlı'ya verdi.Osmanlı'nın kaptan-ı deryalığını Cezayir
sultanlığından üst tuttu.Piri Reis, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlana, Fuzuli, Evliya Çelebi, Nene Hatun, II.
Abdülhamit, Bilge Kağan, İbn-i Sina, Dede Korkut, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Ali
Kuşçu, Uluğ Bey, Mimar Sinan, Itri, II. Mahmut, III. Selim, Osman Hamdi Bey, Kazım
Karabekir, Mustafa Kemal Atatürk onlarca, yüzlerce...
Redd-i
miras yapma tarihinden utanma geçmişini atma bir kenara.Tek servetin
o.İnandığın değerlerin dayanağı onlar.Onlar olmalı.Bağır benim atalarım benim
ceddim diye.Kimse susturamasın.Dil uzatanların kötü söz söyleyenlerin vur
ağzına indir Büyük Osmanlı'mın tokadını çekinme.İstiyorlar çünkü, eskiyi yok
etmek istiyorlar.Bütün kurumları tasviye etmek sana geçmiş her bir gününü
unutturmak istiyorlar.Allah peygamber aşkına unutma bu tek dayanağın bu en
temel.Ve asla ama asla umudunu kaybetme.Güçlü dur sağlam dur hiçbirşey
yapamazlar sen yeter ki tevekkül et.1911'den 1922'ye kadar çoğu Atatürk
önderliğinde yapılan savaşlarda kimlere karşı savaşıp da dimdik ayağa
kalktığımızı sana saymamı ister misin.İtalya, Karadağ, Sırbistan, Bulgaristan,
Yunanistan, İngiltere, Fransa, Rusya, Romanya, Ermenistan, Avustralya, Yeni
Zelanda, Kanada, Güney Afrika...Listenin eksikliği için özür dilerim.Ama bence
bu kadarı bile sana cesaret vermiştir.Tek başımıza savaştık.Benim atalarım tek
başına savaştı bu kadarıyla ve dimdik ayağa kalktı.Tıpkı Fatih Ata'mın aynı
anda yirmi küsür devletle tek başına savaş edip gücünden bir damla bile
kaybetmeden nesline bir cihan devleti miras bırakması gibi...
10 Şubat 2013 Pazar
Ermeni Sorunu ve Tehcir
2010'lu
yıllardan 2020li yıllara kadar Türkiye ağır bir duygusal sınavdan geçmeye mahkum.Bu durum 1912 Balkan Harbi'nin 100. yıl dönümüyle başladı ve halifeliğin kaldırılması gibi
kökten devrimlerin 100. yıldönümlerine kadar sürüp gidecek.Ama her zamanki gibi Türk milleti kendi acısını sineye çeker duyurmaz.Nitekim Balkan Harbinin
yıldönümünde de böyle olmuştur.Milletten gelen ne bir acı çığlığı ne bir iç
çekiş duyuldu o acıları yaşayanlardan.400 yıllık anavatanlarını bırakıp da
anadoluya göç etmek zorunda kalanlardan hiçbir serzeniş işitilmedi.Ne kendi
ülkelerine ne de savaşı açan milletlere karşı.
Şahsi
kanaatim o yöndedir ki bu sancılı geçeceğini düşündüğüm 10 yılın en zor halkası
1915 tehcirinin yıl dönümü olan 2015 yılı olacaktır.Diasporanın faaliyetleri
sonucu ülke zor duruma düşecek uluslararası manada baskıya uğrayacaktır.Bu
süreçten sağlam ve başı dik çıkmak lazım gelir.Ermenilerin gelecek olan taleplerine karşı önlemler şimdiden alınmalı ve uluslararası camiada onların
aksine bir kamuoyu oluşturmak elzemdir.Türkiyenin girişimleri milletlerarası
bir komisyon oluşturulup tarafsız bir biçimde belgelerle, arşivlerle toplu
mezarlarla bu sözde soykırım sorununun bir sonuca bağlanması yönündedir ancak
ellerinde hiçbir belge olmadığı için diaspora ve Ermenistan devleti bu çözüm
önerisine sıcak bakmamaktadır.
E mademki bu tarafsız komisyonu tek taraflı oluşturacak ve Amerika Fransa İsviçre gibi
diasporayı destekleyen devletleri etkileyecek gücün kuvvetin yok o zaman
sorumluluğu tarihçilerin almalı.Allah'a şükür memleket tarihçiye aç
değil.Tarihçilerimiz bu konu üzerine eğilip kitaplar yazsa arşivleri
karıştırsa, gazetecilerimiz köşelerini boşluklarla magazin zırvalarıyla ve üç
günlük gündemlerle doldurmayıp milletimiz üzerinde kamuoyu oluşturmaya çalışsa?Hani belki bunlarla büyük devletleri etkilemezsin ama kendi insanını
kazanabilirsin belki.Hiç yoktan boş oturup baskıları beklemekten iyidir değil
mi?
Bu yazı
akademik bir yazı değil ancak düşüncelerimizi desteklemek için soykırım
iddiasının çıkışına ülkedeki ermeni sorununun kökenine inip en azından yüzeysel
olarak önyargılardan uzak bir biçimde bakmak lazım.Buyrun bakalım:
1828 Osmanlı-Rus Savaşı Ermeni meselesinin ilk ortaya çıktığı olaydır.Daha sonra 1877-78 Osmanlı Rus harbi Ermeni meselesinin iyice baş gösterdiği uluslararası anlamda sorun olduğu savaştır.Savaş esnasında Rus orduları Erzurum Kars taraflarına kadar geldi.Bölgede
ermeni halktan destek gördü.Yani anlayacağınız aynı apartmanda aynı mahallede
yaşayan halktan biri Türk bayrağıyla direnirken bir diğeri de eline Rus bayrağı
alıp komşusunun evini yaktı.400 yıl beraber yaşadığı komşusunun evini ihbar
etti.Daha dün beraber çay içtikleri komşusunun evindeki gizli altını mücevheri gösterdi.Kızlarını karılarını Rus subaylara teslim etti.Çeteler kurup bozgunculuk yaptı...Tabi ki yıllarca
millet-i sadıka diye anılan Ermeni halkının o dönemlerden itibaren hıyanetinde
bir neden aramak gerekir.Bu neden Rus etkisinde bulunan Ortodoks Ermeni
kilisesinin faaliyetleri, Rus casusların bozguncu uygulamaları balkanlardaki
halkların özerklik ve bağımsızlıklarını kazanmaları sonucu bağımsızlık isteği
olarak anlatılabilir.
93 Harbinin Osmanlı için hem doğu hem batıda ne kadar yıkıcı ve acı bir savaş
olduğu malumdur.O yüzden bu anlatılanlar basit romantik laflardan öte gerçeği
ifade eder.Akademik bir yazı olmadığını baştan belirttim o yüzden kaynak, dipnot
vermiyorum.Herhangi bir yerde yanlışım olduğunu düşünenler araştırıp yanlışımı
bana da gösterebilirler.
93 Harbi sonucunda Osmanlı için gerçekten ağır sonuçlar doğuran Ayestefanos antlaşması Osmanlı heyeti tarafından kabul edildi ancak bu anlaşmayı ne Abdülhamit onayladı ne de Rusya'nın bu kadar güçlenmesi İngiltere'nin hoşuna
gitti.Dolayısıyla antlaşma uygulama alanı bulamadı.Ayestefanos anlaşması Osmanlı
döneminde Sevr ile beraber ölü doğan iki anlaşmadan biridir.Ancak bu anlaşmanın
ölü doğması bize kıbrısa mal olmuştur.Neyse konumuz bu değil..Von Bismarck'ın
başkanlığında Berlin'de yapılan toplantıda Ayestefanosa göre nispeten daha hafif
yaptırımlara haiz Berlin anlaşması imzalandı.
Bu
anlaşmaların Ermeni sorunu bakımından önemleri şuradan ileri gelirki: 93 Harbi
sırasından doğu anadoluda Ermenilerin Türkler üzerindeki psikolojik ve cebri
faaliyetlerine değinmiştik.Hatta bu faaliyetler için şimdi sözde Ermeni
soykırımını savunan Fransa'nın o dönem ki komutanlarından Romieu Fransa savaş
bakanlığına gönderdiği raporunda 1878 ve ilerleyen yıllarda Ermeni çetelerinin Türklere karşı terörist faaliyetlerde
bulunduklarını ve nefret beslediklerini belirtmiştir.Anlaşmalara dönecek
olursak uygulanmayan Ayestefanos anlaşmasının 16. maddesinde:
"Ermenistan'dan Rusya askerinin istilası altında bulunup Osmanlı Devletine verilmesi gereken
yerlerin boşaltılması oralarda iki devletin dostane ilişkilerinde zararlı
karışıklıklara yol açabileceğinden Osmanlı Devleti Ermenilerin barındığı
eyaletlerde mahalli menfaatlerin gerektirdiği ıslahat ve düzenlemeyi vakit
kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin Kürtlere ve Çerkezlere karşı
güvenliklerini sağlamayı garanti eder"
Berlin
anlaşmasının 61. maddesi Ayestefanos'un 16. maddesini şu hükümle değiştirmiştir:
"Osmanlı
hükümeti, halkı Ermeni olan eyaletlerde mahalli ihtiyaçların gerektirdiği
ıslahatı yapmayı ve Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı huzur ve
güvenliklerini garanti etmeyi taahhüt eder ve bu konuda alınacak tedbirleri
devletlere bildireceğinden, bu devletler söz konusu tedbirlerin uygulanmasını
gözeteceklerdir."
Ruslardan
bağımsızlık en azından özerklik bekleyen Ermenileri pek de tatmin etmeyen bu
maddeler yinede Ayestefanos'da Ermenistan kelimesinin kullanılması 61. maddede
ise Ermenilerin güvenliğinin diğer devletlerin gözetiminde olması, yinede Osmanlı açısından gurur zedeleyici maddelerdir.Ve 1828 Osmanlı Rus savaşında
yine aynı olaylara yol açan ermeni sorununun bu sefer uluslararası boyut
kazanmasıdır esas sorun.
1887
yılında sosyalist ılımlı militan Hınçak Cenevrede 1890'da ise Tifliste aşırı,
terör, isyan yanlısı Taşnak kurdurulmuştur.
İlk
isyan 1890'daki Erzurumda gerçekleşmiştir.Bunu yine aynı yıl meydana gelen Kumkapı gösterisi, 1892-93'te Kayseri Yozgat Çorum ve Merzifon olayları 1894'te Sasun isyanı babıali gösterisi ve Zeytun isyanı 1896'da Van isyanı ve Osmanlı
bankasının işgali 1903'de ikinci Sasun isyanı 1905'te Sultan Abdülhamide suikast
girişimi ve nihayet 1909'da gerçekleşen Adana isyanı izlemiştir 1914'de Zeytun'da 100, 1915 Van olaylarında 3000, ve
1914-15 Muş olaylarında 20000 Türk; Ermeni mezalimi sonucu hayatlarını
kaybetmiştir.
Ve Osmanlı bu olaylar esnasında tarihinin en kanlı, en acı dönemine girmişti.1912 yılından başlayıp 1922'de sona eren 10
yıl süren Birinci Dünya Savaşı bizim için başlamıştı.Ölüm kalım mücadelesine
girmiş tarih sahnesinden silinmeye direnen Osmanlı Devleti bir de içeride sadık
milletinden tokat yiyordu.Konya'da Trabzon'da nice isyanlar Osmanlı kuvvetlerince
bastırıldı nice silahlar ele geçirildi.
Ermenilerin
taşkınlıklarından bıkan halk sopayı kazmayı alıp tüfekli tabancalı Ermenileri
kovalamıştı İstanbulda.600 Ermeni militanın etkisiz hale getirilmesi bize
1200-1300 vatandaşımıza mal olmuştu.Bize bunun hesabını sormaya kalkan İngiliz
elçisine Abdülhamit Ermenilerden ele geçen silahları gösterip susturmuştu.
Bu ve
buna benzer onlarca olaylar esnasında ülke Birinci Dünya Savaşına girmiş yedi
düvelle çarpışıyordu.Ölüm kalım mücadelesi veren köklü devletimiz içeride artık Ermeni zulmünden bıkmış vaziyettedir.Durumu kurtarmak ve içeride bir ihtilale
mahal vermemek için Cemal ve Talat paşalar çok zor bir karar vermiş ve 1915 Tehcir yasasını çıkartmışlardır.
Anadolunun Osmanlı ülkesinin dört bir yanından sayısı ihtilafta olan ancak ortalama
rakamlarla 400 000 Ermeni toplanıp Osmanlının o dönem ki savaştan uzak bölgesi
olan Halep taraflarına gönderilmesi kararıdır Tehcir yasası.Çok zor bir
karardır.Ancak zorunlu alınmış bir karardır.Kararın neden alındığına bakmak
gerekir.1828'lerden beri 80-85 yıldır sabredilen bir terör söz konusudur
ülkede.Yedi düvelle çarpışırken Osmanlının bir de içerideki terörle uğraşacak ne
maddi ne askeri durumu vardır.Tekrar ve tekrar söylüyorum zorunlu alınan çok
zor bir karardır tehcir yasası.
Ülkenin
dört bir yanından toplanan 400 000 Ermeni kafileler halinde Halep'e doğru
göçe zorlanmıştır.Dönemin şartları gereği ülkenin o fakirliğinde yolda tifüs
gibi bulaşıcı hastalıkların baş göstermesi açlık gibi sebeplerle insanlar
ölmüştür.Asker kaçağı binlerce Türk ve Kürdün bu kafilelere baskın vermesi ve Ermenileri kırması gibi tatsız olaylarda meydana gelmiştir.Dolayısıyla bu 400 000 göçmenin tamamı Halep'e ulaşamamıştır elbet.
Devletin
yol güvenliğini sağlayamaması durumu da vardır tabi ki.Ancak zamanı iyi
değerlendirmek gerekir.Tarihi olayları yorumlarken günümüz şartlarına göre
tavır alamayız.Osmanlı'nın içinde bulunduğu durum belki de Türk tarihinin en kara
dönemiydi.Trablusgarp ve Balkan Savaşları'ndan henüz çıkmış 1. Dünya Savaşı'nın
içerisinde fakir ve yıkılmak üzere bir devlet ölüm kalım mücadelesi veriyor.1
milyon 950 bin civarı ordumuz mevcut bunun 300 bin civarı kaçmış dağda ovada
eşkiyalık yapıyor.Hangi kuvvetle iç asayişi sağlayağız ve hangi kuvvetle göçmen Ermenileri koruyacağız.
"Eğer
kuvvetin yoksa tehcir yasasını çıkarmasaydın" gibi bir argüman gerçekten
saçma olur.Bütün yazı boyunca tekrar ettiğimiz artık devletin tahammülünün
kalmadığı ve zorunda kaldığı gerçeğini tekrar etmek zorunda kalmayalım.
Ayrıca Osmanlı'nın sistemli bir soykırım politikası izlemesi tehcirden çok daha kolay
olurdu eğer böyle birşey yapsaydı.Trabzon'dan Konya'dan Muş'dan Van'dan İstanbul'dan Ermenileri toplayıp Halep'te birleştireceğine hepsini olduğu yerde öldürürdü ve
savaş zamanıydı deyip işin içinden de çıkabilirdi.Tehcire zorlamak hem devlet
için daha zor hemde daha masraflı bir iş olurdu diğerinden.
Tehcir
olayından sonra ise Ermenilerle gerçekten savaşan bir Türkiye var
karşımızda.1828 Osmanlı Rus harbinde, 93 Harbinde içeriden devletine darbe
vurmaya kalkan Ermeni ile Kurtuluş Savaşı'nda son ve gerçek savaşımızı
verdik.Kazım Karabekir'in 80 000 kişilik ordusuna karşı cephede silahlı 130 000
kişilik Ermeni ordusu mevcut.Kim Ermeni'nin masumluğundan söz edebilir böyle bir
durumda.
Kurtuluş
savaşından sonra da Taşnak terör örgütü yenildiğini kabul etmiş ve
çekilmiştir.1960'lara kadar da ülkede Ermeni sorunu diye bir sorun gündeme
gelmemiş.Ta ki 90 yaşında şizofren bir Ermeninin Los Angeles'da iki diplomatımızı
öldürüp daha sonra kendi kafasına sıkana kadar.Bu olaydan sonra da ASALA örgütü
ülkemizin başına bela olmaya başlamıştır.
100 yılı
aşkın süredir kendilerinin büyük devletlerce kullanıldığının farkında olmayan
belki de farkında olup da işlerine böyle geldiği için eyvallah çeken Ermenileri 20. yüzyılda ASALA adı
altında kullananlar; işleri bitince kendi elleriyle bu örgütü bize Yunanistanın NATO'ya girmesine evet oyumuz karşılığında teslim ettiler.ASALA terörü de böylece
bitti.ASALA meselesine derinlemesine girmiyorum şimdilik.Belki bu da başka bir
yazının konusu olur.
Umarım
tehcir meselesi hakkındaki nacizane düşüncelerimi size anlatabilmişimdir.Umarım
sıkmamışımdır ancak tekrar ve tekrar söylemek istiyorum ki tehcir çok ama çok acı
bir olaydır.Kurunun yanında yaş da yanmıştır ve alınması çok ama çok zor bir
karardır.1820'lerden bu yana bu milletin başına bela olan ermeni terörüne
gösterilen sabır ve sebat takdir edilmesi gereken bir davranıştır.Bizim onları
yargılamamız ne kadar doğru ne kadar sevap ne kadar günah bilemem ama günümüzde
el atılması gereken bir mesele olduğu kesin.
Son
olarak anlayamadığım nokta ise şu.19. yüzyıldan bu yana büyük devletler
düşmanlarını güçsüz duruma düşürmek için devlet içerisindeki etnik grupları
kullanmışlardır.İngiltere ve Rusya Ermenilerden sonuna kadar
yararlandılar.Abdülhamit IRA'dan yararlandı şu anda da herkesin bilindiği üzere Kürtlerden yararlanılıyor.Yani bu kadar mı insanların kafası
çalışmıyor.Kullanılmaya insanlar nasıl razı olur hele ki milliyetçi bir ideoloji
benimserken.Yazık Türkiye'ye ki hala böyle küçük sorunlarla uğraşmak durumunda.
Ermenilerin
kendileri de biliyor soykırımın yalan olduğunu.Gelin oturalım tartışalım bakalım
var mı yok mu dendiğinde yanaşmıyorlar tek bildikleri 4T denilen istek planı.E tabi günümüzde yapılması gereken bu; mertlik değil para yoluyla devletleri dize
getirip devlet politikalarını yönetmek, ısrar ve tehdit yoluyla görüşleri empoze
etmek.Baktığın zaman 3 milyonluk Ermenistan dış dünyaya açılmak için Türkiye
devletine ve sınır kapısına muhtaç.Ancak yıllarca yönettiğimiz o halk şu anda
bizden hesap soruyor.Gerçekten acı.
Sözde
soykırımı kabul etsek bile dünya üzerinde hiçbir yerde savaş zamanı yapılan bir
uygulamanın hesabı 100 yıl sonraki halktan sorulmamıştır sorulamazda zaten.Şu
anki Yahudilerin şu anki Almanlara herhangi bir düşmanlığı olduğu görülmüş duyulmuş şey midir?Amerikanın esas sahipleri olan Kızılderililer'den şu anda
kıtada yok denecek kadar az kalmıştır ancak hesabını kim soruyor.Ermenistan'ın Karabağ'daki katliamlarından kimler haberdar?Doğu türkistan'da yapılan Çin zulmü
kimin umrunda?
Hadi
diyelim ki Türkün düşmanı fazla her türlü pislik üstümüze atılır durumda çıkar
çatışmaları sonucu.Peki bu ülkenin kendi evlatları özbeöz türk oğlu türk o niye
atar bize bu pisliği?Modern olmak adına çağdaş eşitlikçi olma adına mı kabul
eder bu sözde soykırımı."Hiç inkar etmeyelim öldürmüşüz bizde"
cümlesini nasıl içi alır da midesi bulanmadan söyleyebilir hemde pis pis
sırıtarak.Ahirette o zulüm görmüş atamızın ninemizin yüzüne nasıl bakar.Gece
yattığında burada benim anlatamayacağım kadar terbiyesizce ahlaksızca öldürülen
işkence edilen toplu katliamlar yaşatılan halkım milletim gözünün önüne gelmez
mi?Vicdanına şu kadarda sızlamaz mı o çağdaş modern eşitlikçi arkadaşın?neyse...
Şu anda
4T'nin tanıtma ve tanınma politikaları üzerinde yoğunlaşmaktalar.2015 ve
sonrasında toprak ve tazminat taleplerinede hazırlıklı olmamız gerekmekte...
Söyleyeceklerim bu kadar.İlk
yazımda bilmeyerek yalan veya yanlış şeyler söylediysem Allah affetsin.
Etiketler:
Ayestefanos,
Ermeni,
ihanet,
Osmanlı,
Tehcir
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)